Kur'an Tanrı sözü mü?

İslam teolojisinin önemli tartışma konularından biri de Kur’an’ın kimin sözü olduğu meselesidir. Bu büyük bir kelamî ve felsefî tartışmadır. Kur’an’ın Tanrı sözü mü olduğu yoksa Tanrı’nın yaratması mı olduğu yani mahluk mu olduğu yönündeki bu münakaşa, bazı itikadî İslam ekollerinin oluşumunda rol oynamış çok şiddetli ve çok merkezî bir sorunu içermektedir.

Elbette ki bu konu diğer itikadî tartışmalardan bağımsız düşünülemez. Meselenin idraki için en başta Allah tasavvuru ve uluhiyet inancını bilmek icap ediyor. Yani nasıl bir Allah inancı sorusu, Kur’an’ın Tanrı sözü olup olmadığı tartışmalarını belirleyen odak noktadır.

Fazla ayrıntıya girmeden ve konuyu bağlamından koparmadan Allah’ın sıfatları bahsinin kelam sıfatı maddesi özelinde izahımızı yapalım.

Allah’ın aşkınlığı / müteal oluşu inancını esas alan İslam ekolleri, aşkınlıkla bazı ilahî sıfatları uzlaştırmada itikadî bir tıkanıklığa düşmüşler ve birbirlerini tekfir etme / kafir ilan etme noktasına kadar savrulmuşlardır.

Daha da açacak olursak; Allah’ın aşkınlığı ile konuşma sıfatı (Kelam) arasındaki bağı tutarlı bir düşünsel ve inançsal zemine oturtmakta yaşadıkları sıkıntı, İslam ulemasını bir hayli meşgul etmiş; Kerramiye, Mutezile, Şia, Sünnilik ve bazı diğer ekoller arasında çok derin siyasi yansımaları da olan bir kakafoniye sebebiyet vermiştir.

Allah konuşan bir varlık mıdır?

Konuşmak, Allah’ın varlığından ayrı bir özellik midir yoksa varlığının ayrılmaz bir unsuru mudur?

Allah’ın konuşma özelliği ezelî midir?

Bu sorular etrafında cereyan eden tartışmalar; şirk – tevhid karşıtlığı bağlamında, dahası kader inancıyla da ilişkilendirilerek son derece girift verilerle günümüze değin taşınmıştır. Bugün de Kur’an’ın Tanrı sözü olduğunu savunanlar olduğu gibi onun bir Tanrı yaratması / mahluk olduğuna inananlar da vardır.

Bilinmelidir ki, Hz. Muhammed’in döneminde “Halk’ul- Kur’an” yani Kur’an’ın mahluk olup olmadığı yönünde herhangi bir tartışma söz konusu değildi. O halde Muhammedî İslam anlayışı açısından aslında böyle bir meseleden bahsedilemez. Bunun yapay bir kelamî / felsefi tartışma olduğu aşikârdır.

İşte bu noktada biz, bu tartışmalardan vareste bir biçimde, başka bir uluhiyet inancını savunduğumuz gerçeğinden hareketle, meseleyi kendi açımızdan ele alacağız.

Kur’an’ın bazı ayetlerinde; onun insan sözü olmadığı ısrarla belirtilir. Hatta Kur’an’ın Hz. Muhammed’in kendi sözü olmadığı da vurgulanır. Bu konuda, o dönemde Hz. Muhammed’e yönelik ithamlara yanıtlar verildiği çok net bir biçimde anlaşılıyor.

Şu ayetlere bakalım:

O bir şairin sözü değildir…(Gerçekleşecek Olan Şey Bölümü 41. Söz / Hakka Suresi 41. Ayet)

Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar?...(Hud Bölümü 13. Söz / Hud Suresi 13. Ayet)

Eğer o elçi bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra da onun can damarını koparırdık.(Gerçekleşecek Olan Şey Bölümü 44-45-46. Sözler / Hakka Suresi 44-45-46. Ayetler)

Sen daha önceki kitapları okumuş değildin. Onları yazıyor da değildin. Öyle olsaydı yanlışın ardına düşenler elbette kuşkuya kapılırdı.(Örümcek Bölümü 48. Söz / Ankebut Suresi 48. Ayet)

Kur’an’da benzer başka sözler /ayetler de var. Bu ayetlerin doğru yorumlanması ve anlaşılması için vahiy kavramının doğru bilinmesi gerekir. Ayrıca aşkın Allah inancı yerine içkin Allah inancı kavramının özümsenmesi de lazımdır. Bu cümleden hareketle belirtelim ki, bizce yukarıdaki ayetler şu gerçeği açıklıyor:

Evet, Kur’an bir insan sözü değildir. Onu bir şair, bir bilge yahut sıradan başka biri söylemiş ve yazmış da değildir. Lakin Kur’an, lafız olarak kesinlikle Hz. Muhammed’e aittir. Mananın sese ve söze dökülmüş hali bizzat Hz. Muhammed’in dilinde tecelli etmiştir. Kur’an, Hz. Muhammed’in kelamıdır. Kur’an’ın Allah kelamı olduğu yönündeki ifadeler bu gerçekle çelişmemektedir. Tam tersine gerçeği pekiştirme görevi görmektedir. Zira Allah dediğimiz gerçek, ne bizden ne Hz. Muhammed’den ayrıdır. Allah varlıkta içkin olup ondan asla ayrı değildir.

Bir kez daha ifade edelim ki, Kur’an, Hz. Muhammed’in içine doğan vahyin onun dilinde kazandığı lafzî şekillerden mürekkeptir. Vahiy, Hz. Muhammed’in dilinde sese ve söze dönüşmüştür. Aksi düşünülemez. Kur’an’ı Hz. Muhammed’in diğer günlük, sıradan sözleri, konuşmaları gibi bir insan sözü biçiminde düşünemeyiz. Lakin onu vahyin insan sesi ve insan sözü şeklinde tecelli etmiş hali olarak kabul etmek de şarttır. Yani Kur’an, vahyin Hz. Muhammed’in içine doğduğu anlardaki sözleridir. Sıradan hallerindeki sözleri değildir. Bu işin imanî zemini budur. Bu zeminde durmak zorundayız. Aksi halde Kur’an’ın lafzını putlaştırmış oluruz.

Gerçek şu ki Kur’an’da bu husus şu şekilde ortaya konulmaktadır:

“İnnehû lekavlu rasûlin keriym!”

Kuşku yok ki o Kur’an, şerefli bir elçinin sözüdür!(Gerçekleşecek Olan Şey Bölümü 40. Söz / Hakka Suresi 40. Ayet - Dürülme Bölümü 19. Söz / Tekvir Suresi 19. Ayet)

O elçi kimdir?

Kimileri der ki, o elçi Cebrail’dir. Oysa Cebrail diye ontolojik manada bir varlık yoktur. O, Allah’ın vahyetme gücünün simgesel ifadesinden başka bir şey değildir.

O halde o elçi bizzat Hz. Muhammed’dir.

Evet, Kur’an’ın sözleri, evrensel ve salt iyiliğin dahası fıtrî bilginin Hz. Muhammed’in içine doğan halidir. Bu hal kolayca teşekkül eden bir hal değildir. Bu konuyu vahiy kavramını incelediğimiz bir yazımızda şöyle açıklamıştık:

“…Vahyin gelişi yahut Muhammed peygamberin bilincinde açığa çıkışı ifadesi çok önemlidir. Evet, vahiy Hz. Muhammed’in bilincinde açığa çıkan fıtrî bilgidir.

Hz. Muhammed’in bilinci ne demektir?

Bu sorunun yanıtını da yine Kur’an’da buluyoruz. Bir Kur’anî kavram olan “Sidret’ül – münteha” tabiri bu noktada bize kılavuzluk ediyor.

Sidre”, ağaç demektir. “Münteha” ise “son, son sınırdaki” gibi manalara gelmektedir. Birlikte düşünüldüğünde “Sidret’ül – münteha” tabiri son ağaç, son sınırdaki ağaç demektir. Kastedilen ise varlığın zirve noktası / uç noktasıdır. İşte Hz. Muhammed’in kırk yaşına kadarki bütün yaşamı büyük bir düşünsel birikimle geçmiş ve bu birikim uç noktasına / zirve noktasına ulaşarak peygamberlik görevinin tezahürü ile ortaya çıkmış, fıtrî bilgi böylece onun bilincinin doruk noktasında, deyim yerindeyse bir infilak halinde zuhur etmiştir.

Nitekim Kur’an’da, Hz. Muhammed’in ilk vahyi alışı yahut ilk vahyin onun bilincinde açığa çıkması anlatılırken, “Sidret’ül- münteha” (son nokta, son ağaç) ifadesi kullanılarak şöyle denilmektedir:

“O sırada o (Hz. Muhammed), son noktadaydı. (Sidret’ül- münteha) Öyle ki sığınılacak Cennet onun yanındadır.” (Yıldız Bölümü / Necm Suresi 14- 15. Ayetler.)

Evet, vahiy Hz. Muhammed, bilincinin son noktasındayken açığa çıkmıştır. Vahiyle amaçlanan da insanlığın sığınacağı cennettir. İnsanlık içinde bulunduğu feci durumdan kurtulup vahiy sayesinde bir yere sığınacaktır. Sığınacağı o yer, cennettir. Cennet, fıtrata uygun yaşam tarzıdır ve bu yaşamın yaşandığı yerdir.

Hz. Muhammed, bilincinde açığa çıkan vahiyle içinde yaşadığı toplumu cehennemden kurtarmak ve cennete ulaştırmak istemiştir. Mekke toplumu bir cehennem hayatı yaşamaktaydı. Bundan kurtuluş ve fıtrata göre yani var oluş düzenine uygun bir yaşama kavuşmak ancak vahyin egemenliği sayesinde olacaktı.

Hz. Muhammed insanları cennete çağırmıştır. Yani insan doğasına uygun bir yaşama davet etmiştir. Bu, onun kendini yapmakla yükümlü gördüğü peygamberliğinin bir gereği idi.

Son söz olarak; vahiy, kesif düşünceden doğan fıtrî bilgidir. Bu bilgi peygamber bilincinin / aklının doruk noktasında tezahür eder.

Vahiy, gaipten gelen, göklerden inen ve kanatlı bir melek tarafından getirilen bir haber değildir. Vahyin kaynağı doğrudan doğruya yaşamdır. İnsan aklının doruk noktasından insanlığa aktarılır. Aktaran da, muhatap olan da, Allah ile iç içe olan, onu şah damarından daha yakın bilen insandır.”

O halde gerçeği bir kez daha açığa çıkaralım:

Kur’an, sıradan bir insanın sözü değildir.

Kur’an, bir ozanın da sözü değildir.

Kur’an, herhangi bir bilgenin de sözü değildir.

Kur’an, Hz. Muhammed’in de sıradan halinin, günlük basit yaşantısının bir ürünü değildir.

Kur’an, evrensel ve salt iyiliğin, dahası fıtrî bilginin Hz. Muhammed’in bilincinde açığa çıkan, onun içine doğan halidir. Bu hal, onun sesi ve sözü olarak tecelli ettiğinden Kur’an’ı bizzat şerefli bir elçi olan Hz. Muhammed’in sözü olarak kabul etmek, Muhammedî İslam’ın iman boyutundaki kaçınılmaz ve yalın bir gerçeğidir.

Aslında bu gerçek, Yıldız Bölümü 3 ve 4. Sözlerde / Necm Suresi 3 ve 4. Ayetlerde apaçık bir biçimde dile getirilmektedir:

“O, konuştuğunda kendi kuruntusuna göre konuşmaz. Onun SÖYLEDİĞİ yalnızca ona bildirilenlerdir.”

Kur’an’ın peygamber sözü olma gerçeğini daha iyi idrak etmek için Kadınlar Bölümü 171. Sözde / Nisa Suresi 171. Ayette Hz. İsa için geçen “Allah’ın kelimesi” yani Allah’ın sözü ifadesi üzerinde de düşünmek gerekir. Hz. İsa’nın sözleri Allah’ın sözleri olarak nitelenmektedir. Hıristiyan teolojisi İsa’yı Tanrı sözünün bedenlenmiş hali olarak görür. Hz. İsa ile ilgili, üzerinde pek çok farklı yorumlar yapılan ve Hıristiyan teolojisi ile aynı çizgiye düşmemek için tevillere başvurulan Kur’an’daki mezkur ifade ise, bize göre, onun sözlerinin Allah’ın sözü olarak nitelenmesinden başka bir şey değildir. Biz Allah’ın içkinliği çerçevesinde onu insandan ve varlıktan ayrı görmediğimiz için İsa’nın sözlerini Allah’ın sözleri olarak görürüz.

Kur’an ayetlerinin de, “şerefli bir elçinin sözü” olması böyledir. O şerefli elçi Hz. Muhammed’dir.

Saygı ve esenlik olsun bize Kur’an’ı tebliğ eden o şerefli elçiye ve onun şerefli sözlerine…

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }