Einstein, kızı Lieserl’e 1400’ü bulan mektuplar yazmış. “Toplum kabul etmeye hazır oluncaya kadar” açıklamamasını tenbih etmiş.
1980 yılında kamuoyuna açıklanan bu mektuplardan en önemlilerinden birinde şunları söylüyor: ”İzafiyet teorisini açıkladığım zaman, beni çok az kişi anladı. Şimdi insanlığa ulaşması için yazacaklarım da bu dünyada yanlış anlaşılmaya ve ön yargılara çarpmaya mahkum. Mektupları gerektiği sürece saklamanı istiyorum. Ta ki toplum kabul edecek düzeye gelinceye kadar.
Bir devasa güç var. Herkesi kapsıyor ve yönetiyor.
Evrenin çalışmasını sağlayan her olgunun arkasında bile bu güç bulunmakta ve henüz bu güç bizim tarafımızdan tanımlanamadı. Bu evrensel güç, Sevgidir…”der.[1]
Toplumun kendi dehasını anlayamamanın en dramatik örneğini; Einstein’den önce Hallac-ı Mansur temsil etmiştir. Çünkü Hallaç, Einstein gibi temkinli davranmamış. “En-el Hak” demiş. Tanrı’nın “şah damarından daha yakın” olduğunu belirten bir inancın Halifesi tarafından canlı olarak gözlerinin çıkarılması, el ve ayaklarının kesilmesi, asılarak derisinin yüzülmesi ve yakılarak küllerinin Fırat’a atılması cezasına çarptırılmıştır.
Kuşkusuz Einstein’in bundan haberi olmuştur. Zaten içinde yaşadığı toplumun giyotinle kafa kesen ve diri diri insan yakan tarihini çok biliyor.
Yaratılanı Yaratan’dan dolayı sevdiğini söyleyenlerin “Alah-ü ekber” diyerek boyunlar vurduğu bu zamanda; insanlık bir taraftan “uzay çağı” yaşamaktadır. Bir taraftan da “orta çağ” özlemi dile getirilmektedir.
İslam dünyasının yeniden Hilafete kavuşturulmasına yönelik çıkarcı siyaset, “demokrasi” ve “anayasa” kavramlarını da dilinden düşürmüyor. Bu takiyecilik (ikiyüzlülük), özellikle İslam’da haram olan hanedanlık ve saltanatın kurulması amaçlıdır.
Bu gerçek bilinmiyor mu?
Einstein’in “sevgi” olarak ifade ettiği evrensel güç; Hallac’ın “enelhak” ifadesinin aynısı değil midir?
Özellikle Yahovacılar ile Alevilerin yüce Yaratan’ı “seven, dost olan” olarak tanımlamaları ile dini organizasyonla halkı sömüren anlayışı bir kabul edilir mi?
Tanrı’yı veya kutsal kitabı istismar eden zamane açgözlülerin aklın, insanlık onurunun ve sevginin alameti olan; “insan hakları evrensel beyannamesini” içeren “anayasa” demeleri inandırıcı oluyor mu?
***
DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ANAYASA
Dünyada bilinen ilk anayasa, İngiltere’nn 1215’de yürülüğe koyduğu ve “Magna Carta” diye bilinen “Büyük Ferman’dır. İngiliz Parlamentosu, 26 Mayıs 1679 tarihinde “Habeas Corpus” adlı yasaları yürürlüğe koydu. Bu hukuki düzenlemelerle “keyfi tutuklamalar” ve “uzun süreli tutuklamalar” önlenmek istenmiştir. Böylece herhangi bir İngiliz yurttaşının tutuklanması halinde nedeninin 24 saat içinde yazılı olarak kendisine bildirilmesi ve tutukluluk halinde de 20 günde yargıç karşısına çıkarılması; bu ilkelere uymayanların tazminata mahkum edilmeleri zorunlu kılınmış. “Adil yargılama,” “iktidara karşı yurttaş güvenliği” ve “insan hakları” dönemi başlamıştır.
Bu düzenlemede yeterli görülmemiş olmalı ki; “Bill of Rights” adlı yasa da kabul edilir. Bu yasa, 16 Aralık 1689’da ilan edilerek kralın vergi koyma yetkisne kısıtlama getirilir. Seçimler ve özgürlüğü ile parlamennto hakları belirlenir. Dolayısıyla kral, parlamentoya karşı sorumlu oluyor.
“Yeni dünya” olarak tanımlanan Amerika’da ise; ABD 11789’da “Haklar Bildirgesi” kabul edilir.
Bu gelişmeler, evrensel boyutta 1948’de “Bileşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi” ve 1950’de “Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi” olarak çağdaş hukuk belgelerinin doğmasını sağlar.
Peki bizim toplumda nasıl bir gelişme yaşanmıştır?
Halife Sultan’a karşı halkı koruma anlayışı; daha çok Avrupalı devletlerin “azınlıklar” için zorlamasıyla hukuk belgeleri halini almaya başlamıştır. İlk kez, “hasta adam” ömrünü uzatma amacıyla 1839’da “Tanzimat Fermanı” ilan edilmiştir. Gayrimüslim tebaa, belli hukuki günevceler kavuşturulmuş. Devletin eyalet sisteminden günümüzdeki “il-ilçe-bucak” idari organizasyonu oluşturulmuş. Ama halkın “padişah kulu” olma anlayışı sürmüştür.
Osmanlı Devleti, “hasta adam” olarak sürekli gerileme ve toprak kaybı yaşadığı için; özellikle “Avrupa görmüş” aydınların (Jön Türklerin) çabalarıyla, bir anayasa gereksinimi saraya kabul ettirilmiştir. Nitekim veliaht Abdülhamit; “Anayasa” ve “Parlamento” sözü vererek 1876’da tahta çıkmış. İlk Anayasa olan “Teşkilat-ı Esasi” yasasını ilan etmiş; ve seçim yaprak Meclis-i Mebusan’ı toplamıştır.
Ne var ki bu anayasa, İngiltere’de olduğu gibi padişahın oteritesini kısıtlamamıştı. O nedenle ve Osman-Rus savaşı bahane edilerek, ilanından 14 ay sonra anayasa yürürlükten kaldırıldı ve Meclis kapatıldı.
1908’de ise; asker ve aydınların dayatması üzerine aynı Anayasa ikinci kez yürürlüğe konuldu ve Meclis-i Mebusan toplatıldı. Fakat bu kez de İşgal Güçleri’nin mebusları Malta’ya sürmesi ve padişahın meclisi kapamasıyla sonlandı.
Ta ki Mustafa Kemal Paşanın 23 Nisan 1920’de Ankara’da meclisi toplayana kadar ara dönem oluştu. İstanbul’dan Ankara’ya ulaşabilen mebuslar ile yeni seçilenler; Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturdu. 21 maddelik Teşkilat-ı Esasi Kanunu (Anayasa) yürürlüğe kondu. İkinci TBMM de yeni devletin yeni Anayasasını yaparak yürürlüğe kondu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü Anayasası; dünyadaki çağı anayasalarının en ilericisi olan 1961 Anayasası; Kurucu Meclis tarafında hazırlanıp halk oylamasıyla kabul edildi. Fakat ne yazık ki, bir askeri müdahale sonrasında yaşanan siyasi hasımlıklar ve sindirimsizlikler nedeniyle 1971 darbesiyle kuşa çevrildi.
80 Anayasası ise; tam bir “darbe” Anayasası oldu. Ancak günümüze kadar tam 19 kez değiştirildi ve 105 maddesinde değişiklik yapıldı. Böylelikle 80’nin de gerisine düşüldü.
İktidara kendi nikahlı sayan siyasal anlayış; bunu daha da geri götürmeye çalışıyor. 1920’eTBMM’nin savaş koşullarında geçmişteki şekliyle geçici olarak yürürlüğe koyduğu Anayasa’yı kutsuyor. Kuşkusuz amaç; daha çağdaş bir Anayasa değil; daha otokratik ve teokratik Anayasa’dır!
***
ŞEHİT OLMAK SONA ERMEYECEK Mİ?
1980 darbesi yönetiminin Türkiye’ye reva gördüğü düzen; özgürlüklerin kısıtlanması, tam bağımsız politikadan uzaklaşılması ve terörün getirdiği gözyaşları oldu.
Ilımlı İslam politik anlayışla BOP eşbaşkanlığı yapıldığı süreçte; 1990’ların sonnlarında sona eren terör; yeniden yükselişe geçti. Bunu sonucu; Türkiye’nin dış politikası ile ekonomisinin sorun yumağına dönüştü. Öngörüsüz ve muhteris siyasi yöneticilerin oy uğruna yarattığı baskı ve gerilimle de iç istikrar istikrar bozuldu. Ege’deki hak ve topraklar elden çıkarken, güney ve doğu sınırlarımız ateş çemberine dönüştü.
“Yurtta barış, dünyada barış” ilkeli dış politikamız ile “komşu komşunun külüne muhtaç” atasözümüz kenara atıldığı için; giderek yalnızlaştık.
Siyasi iktidar; yetmezlik, liyakatsızlık ve beceriksizlik ile sorunları çözmekte uzak kalınca; özellikle fikir özgürlüğünü baskılamaya başladı. Terör bahanesiyle şuuraltındaki Osmanlı emperyal politikalara saptı. Bunun sonucu, güneyde ABD ve Rusya ile sınırdaş olma koşulları oluştu. Terörizmi bitirmeye çalışılırken dünyanın iki süper devletiyle karşı karşıya gelindi. Bu da şehitlerimizin daha da artmasına neden oluyor!
Yoksulluk, yokluk, yolsuzluk ve Cov it-19 nedenli dar günler yaşamakta olan halkımız; ard arda gelen şehitler yüzünden içi kan ağlar oldu. Rehine kurtarma iddiasıyla “Gara” operasyonu düzenleyen siyasi irade; bir “müjde” ile sallanan iktidarı muhkemleştirmek hesabı yapmıştı. Ama 16 şehit ile asker aileleri ile yürekler içine ateş atılmış oldu.
Helikopter kazasıyla gelen 11 şehit, yaraya tuz biber ekti.
Şehitlere rahmet, gazilere sağlık ve sevenlere sabır dilemekten başka bir şey gelmiyor elden.
İşsizlik, pahalılık ve salgın karşısında bunalan halkımız şehitlerin yasını yaşıyor. Ama millete konulan yasaklar hükümetin parti propağandası anlamındaki toplantı, kongre ve etkinlikleri ile adeta “Cov-19” gibi adeta görülmezden gelindi.
Hala toplumsal barış yerine “fezleke operasyonu” taktikselliğiyle partizanlık körükleniyor!
Acaba dertler ve sorunlar ne zamana kadar halının altına itilecek ve Türkiye nanca dayanacaktır?
***
CUMHURİYET DÜŞMANLARINI KUTSAMAK DEMOKRATLIK MIDIR?
Osmanlı Devleti’ni “hasta adam” olarak tanımlayarak tasfiye eden emperyal devletlerin başında İngiltere gelmiştir. “Azınlıklar Meselesi” diyerek “Şark Meselesini” kaşıyan İngiltere; uzakdoğudaki sömürge siyasetini gerçekleştirmek için kimi İslam din adamlarını kullanmıştır:
Örneğin Mevlana Halidi Bağdadi Nakşibendi; Süleymaniye’deki Arap Şükrü Paşa medresesinde Cef aşireti mensubu mütevazi bir müderris iken, teo-stratejist olarak harekete geçer. Barzan ve Baban aşiretlerinin Osmanlı’ya sorun yaratmaya başlamasının mimarı olur.
Osmanlı Devleti’nde 18 ve 19. Yüzyıllarda yaşanan isyanlar, kimin işine gelirdi?
Keza, Birinci dünya savaşı sürecinde Mekke Şerifi Hüseyin’in isyanı kime karşı ve kim içindir?
Mevlana Halidi Bağdadi Nakşibendi halifelerinden Şeyh Taha’nın torunu Seyid Abdükadir’in papaz Freuv ve damat Ferit birlikteliğiyle kurduğu Kürt Teali Cemiyeti neye hizmet ediyordu?
Kuvayi Milliye’yi “gavur ve katli vacip” ilan eden fetvalar vererek İngiliz ve Yunan uçaklarıyla dağıtan “Teali Cemyeti” başkanı İskilipli, kimin isteğiyle neye hizmet ediyordu.
Şeyh Kıbrısi kimin yararına şeyhlik yapmaktadır?
Bütün bunlar; İngiliz emperyalizminin “şark’a” egemen olmak için kullandığı unsurlardır.
Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri bu gerçekleri bilmiyor mu; bilmezden mi geliyor?
Ne demek mi istiyorum?
Türkiye’nin Ege’de, Güney ve Güneydoğu’da bölmek isteyen eylemler gizlenmez boyuta varmıştır. Buna rağmen, Osmanlı’nın parçalatıldığı ve Mustafa Kemal ile arkadaşlarının “kuvayi milliye” olarak direndikleri süreçte düşmanın değirmenine su taşımış kimseler iç siyasi hesaplarla kutsanıyor.
Din istismarcısı hainler kutsanırken yurtseverler, dİn düşmanı gösterilmeye çalışılıyor!
Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu Kurtuluş Harekatı’na karşı saltanat ile İngiliz istekleri doğrultusunda aktif hareket etmiş olan İskilipli Atıf Hoca; yeni devletin kurulması sürecinde de karşıt aktifliği sürdürmüştür. Bu nedenle; Sinop’ta “şapka devrimi” karşıtlığı ve Ankara’da “Kurtuluş Savaşı” karşıtlığı nedeniyle ayrı ayrı yargılanmıştır. Sinop’ta beraat etmiş; Ankara’da idama mahkum olmuştur.
Bugün bu gerçek, ters yüz edilmekte; “hoca mağdur edildi” deniyor.
Bunu yapanlar; “hoca efendi” diyerek tepemize çıkardıkları terörist F. Gülen’i; şimdi neden idam etmek istediklerini düşünmezler mi!
İngiliz ajanı İskilip’i, Mustafa Kemal ve arkadaşları aleyhine yayınladığı fetvalarda özetle şunlar söylemiştir: “Utanmaz hainler! Artık yeter. Yakamızı bırakın. Canabı Hakk’ın gazabı ve laneti üzerinize olsun. Düşünmüyorsunuz ki Yunanlılara fazla zayiat verdirmek bile bizim için hayırlı olmaz (…) İngiltere gibi muazzam devletlere meydan okudunuz, İngilizleri kızdırdınız. Yunanlıları başımıza musallat ettiler (…) Mustafa Kemal vesaire gibi beş on şakinin vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük fedekarlığı göze alamayarak ebedi tehlikeden kurtarmayı idrak edemiyor. Biçare millet, bu yankesicilerin hilelerini hala tamamen anlayamadı (…) Galip devletler bize, -eğer Anadolu’da Kuvayi Milliye isyanını devam ettirirseniz, bastırmazsanız İstanbul’u elinizden alacağız diyorlar. Kuvayi Milliye eşkıyası İstanbul’u elimizden çıkarmakve memlekete son ihanetlerini yapmak için çalışıyor (…) Bu asileri en kısa zamanda topluca ortadan kaldırmak cümleniz için farzdır (…) Halife-i zişanımızbu asileri ortadan kaldırmak için kuvvet hazırlıyor, hazır olunuz (…) Elinize aldığınız bu fetva, padişahımızın fermanıdır. Bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla memur ve mükellefsiniz (…) Hepiniz koşunuz.”
(Meşihatın “bir menfur zatı himaye” suçlaması üzerine arkadaşının kimliğiyle Kırım2a kaçmış; 2. Meşrutiyet affı ile dönmüş. Mahmut Şevket Paşa suikastı ile ilişki nedeniyle sinop’a sürülmüş. Padişah sofrasında çatal-bıçak kullanılmasına, Ramazan’da oruç yenmesine, Müslüman kadınların peçesiz- çarşafsız gezmesine, şapka giyme hevesli erkeklere… vb karşı çıkmış)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan sonra, özellikle “şapka” konusunda karşıt eylemler yoğunlaştırmıştır.
Cumhuriyet öncesi ve cumhuriyet sonrası hain eylemleri nedeniyle ayrı ayrı yargılanmıştır. Sinop “İstiklal Mahkemesi” şapka karşıtı eylemleri nedenyle berat ettirmiştir. Fakat Cumhuriyet öncesindeki Kuvayi Milliye düşmanlık ve eylemler nedeniyle idam edilmiştir.
Din istismarcıları ve Osmanlı dönemindeki imtiyazlarını yitiren softa takımı; böylelerine haksızlık yapıldığını öne sürüyorlar.
İşin acı tarafı; Cumhuriyet ile padişah kulu olmaktan çıkmış, özgür vatandaşlık ile demokratik haklar elde etmiş kimilerinin nankörlük ötesi istismarlarıdır.
Rahip Frev’in (1902-1922); hem “İngiliz Muhipler Cemiyeti” başkanı ve hem de “Beyoğlu Evanjelik Birlik Kilisesi” rahibidir. Ki İskilipli de bu cemiyetin kurucularındandır.
Keza bu cemiyeti üyelerinden Said-i Molla da padişah gibi, cebinde İngiliz pasaportuyla bir İngiliz gemisine binerek kaçmış; Yunanistan’da ölmüştür.
Devletimizin kurucusu ile Cumhuriyet’e hakaret etmeyi meşru politika haline getiren, AKP döneminde adeta taltif edilmişlerdir. Gösterilen iltifatlar ve sunulan makamlar ile özendirilmişlerdir. “Fesli” olarak tanımlanan kronik Atatürk düşmanı; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı tarafından ziyaret edilerek onurlandırılmıştır.
“Fetullah hoca efendi” diye yüceltilen Amerika ajanı, bundan edindiği cüretle işi darbe boyutuna çıkaran hain terörist olmuştur!
Diyanet İşleri Başkanı, Ayasofya’nın tamamen namaza açılması töreninde “tevhit ve barış” kürsüne kılıçla çıkmış, Atatürk’e alenen lanet okudu!
Ayasofya Baş imamlığına atanan Prof. Boynukalın; “Anayasa’ya devletin dini İslam’dır yazılmalı” diyerek laik cumhuriyet karşıtlığını fütursuzca açıkladı.
Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı; “… biz zaten aptestliyiz, geceleyin gelir işi bitirir gideriz” edep dışı tehditte bulunmaktan çekinmedi.
Bu tür çıkışlarda bulunanlar, dönemin hükümetlerince terfih edildi, ediliyorlar!
Azmeden kim, azmettiren kim?
“Tevhid-i Tedrisat” ilköğretiminin 12 yıllık olan süresi; 4+4+4 olarak bölünerek “sibyan” ve “mahalle Kuran Kursu” yolları legal hale getirildi. Çocuk gelinlerin yolu açıldı.
Cumhuryet’in kurduğu İmam Hatip Okulları; birer “meslek okulu” olmaktan çıkarılarak kutsandı. Normal okullar İmam Hatip Okullları haline dönüştürülerek “dindar-kindar” nesil yetiştirme amacı ortaya kondu.
Demeç ve eylemler ile nasıl bir Anayasal yapılanmaya gidilmek istendiği ayan beyan ortadır.
Oysa AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep T. Erdoğan, 19 Mayıs 2015’de gazeteci Akif Beki’ye, öngördüğü gençlik için şunları söylemişti: “Sakın kula kul olmayın. Sakın makam, mevki sahiplerinin önünde eğilmeyin. İster Cumhurbaşkanı, ister Başbakan, ister para babaları olsun; şunu bilelim ki eğilmek, dalkavukluğu getirir ve bu milletin gençlerine asla yakışmaz.”
2017 yılında ise; “bize sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik değil, neyi niçin savunduğunu bilen bir gençlik lazım” demişti.
Ama Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan Prof. Melih Bulu’ya “neye ne için” karşı olmayı bilen öğrenci gençlik için de şunları söyledi: “Biz bu gençleri ülkemizin gerçek manada milli ve manevi değerlere sahip gençler olarak kabul etmiyoruz. Siz öğrenci misiniz, yoksa rektörün odasını basmaya kalkışan (!), orayı işgale kalkışan terörist misiniz?”
Yani “sorgusuz sualsiz” emre itaat ettiği sürece gençlik “makbul, “neyi ne için savunduğunu bilen” gençlik “terörist” olunuyormuş!
Erzurumlunun dediği gibi; “ört ki ölem…”
[1] Necati Doğru, Sözcü Gazetesi.