Can acıtıcı soru: Kaybederlerse giderler mi?

Seçimlere üç buçuk ay kala iktidar seçmenin aklını çelecek her tür manevrayı deniyor. Devlet bütçesinin var olan ve olmayan tüm olanakları seferber edildi, belli ki devamı da gelecek. Kılıçdaroğlu’nun evinden paylaştığı videolarındaki tüm vaatlerini ve fazlasını Erdoğan seçim öncesinde bir bir gerçekleştiriyor. Seçime giderken acısı bir nebze dinmiş olacak seçmenin (ağır hastanın son yediği morfinlerle biraz iyi hissetmesinde olduğu gibi) umutlanması amaçlanıyor. Erdoğan’ın oyları bu sebeple son günlerde bir nebze artmış gibi görünüyor!

Bu sistemde Cumhurbaşkanı’nın Anayasa dışı arzularını gerçekleştirmesine engel olabilecek bir kurum ve kural bırakılmadı. Anayasa ve denetim mekanizmalarının adları kalsa da hepsi işlevsizleştirilerek tek bir güç odağına bağlandı ve bunlar uzun zamandır fiilen yok hükmünde. 

Seçim kararını açıklarken Erdoğan bunun hiçbir hukuki dayanağı olmadığını gayet iyi biliyor ancak bilmezden geliyor. “Bu erken seçim falan değil, seçimi sadece öne alıyoruz. Resmi olarak Cumhurbaşkanı'nın burada bir yetkisi var. 10 Mart’ta Cumhurbaşkanı olarak biz bu yetkimizi kullanacağız. Ondan sonra altmış gün süre var. O süreyi de Yüksek Seçim Kurulu değerlendirecek?” diyor. Cumhurbaşkanı’nın “seçimleri öne almak” yetkisi Anayasa veya yasaların neresinde yazıyor bilemiyoruz ve onlar da “şu yasanın şu maddesine göre…” demiyorlar. Lozan’ın gizli maddeleri gibi o maddeler de gizli galiba! 

KENDİ YAPTIRDIĞI DÜZENLEMELER DE YETMİYOR 
Anayasayı baştan sona kendi siyasi ikbaline göre dizayn ettirip millete dayatan o tek iradenin ve ekibinin bugün yaşadığımız seçim açmazı sorununu o günlerde öngöremedikleri anlaşılıyor! Yasayı eğer “Cumhurbaşkanı görev süresi dolmasından önceki altmış gün içindeki herhangi bir tarihi oy verme günü olarak belirler” diye düzenlemiş olsalardı, şimdi bunları tartışıyor olmazdık! Cumhurbaşkanı seçimi kanunun 3. Maddesini; “Cumhurbaşkanı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır. Cumhurbaşkanı ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev sürelerinin dolmasından önceki son Pazar günü oy verme günüdür” şeklinde düzenlemişler. Bu tarih de 18 Haziran’dır, bundan önceki tüm tarihler erken seçimdir ve yasalarda bir “erken seçim” düzenlemesi yoktur. 
Mevcut mevzuata göre Cumhurbaşkanı'nın ülkeyi istediği tarihte seçime götürmeye istisnai şekilde hakkı olabilir. Ancak onlar bu gerçeğin sadece ilk yarısını söylüyorlar. Gerçeğin ikinci yarısı ise, ikinci döneminde olan Cumhurbaşkanının seçimleri erkene alması halinde üçüncü kez yeniden aday olamaması durumudur. Şimdi yapılan işlemin tam adı Anayasa’ya göre “seçimlerin yenilenmesi”dir, bunun da usulleri bellidir ve bu konuyu geçen haftaki yazımda açmıştım. 

Seçimlere gidilmesi kararının usulü ve Erdoğan’ın adaylığı konusunda çok açık seçik Anayasal ve yasal engeller olması gerçeği sanki yokmuş gibi davranılıyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ "Sayın Cumhurbaşkanımızın adaylığı Anayasal hakkıdır, önünde hiçbir engel yoktur," diyor ve bir şey yapılamıyor. Muhalefetin bu hukuk dışılığa olası itirazlarına karşı ise iktidar şimdiden “mağduriyet” kılıcını çekti bile. 

ERDOĞAN VE AKP'NİN HİÇ BİTMEYEN MAĞDURİYET MESELESİ  
Erdoğan’ın kafasına göre seçim tarihi belirlemesinin ve 3. kez adaylığının hukuksuzluğu karşısında Kılıçdaroğlu’nun sarf ettiği “itiraz etsek ne olacak, YSK siyasetin emrinde değil mi?” yaklaşımının hayli sıkıntılı olduğu çok açık. Muhalefetin benzer sıkıntılı politikalarına daha önceleri de rastlamıştık. Mecliste yeter sayıya sahip olan Cumhur ittifakının yasaları istedikleri gibi geçirmeleri sebebiyle muhalefet milletvekillerinin bazıları oturumlara katılmıyordu. Bu durumu eleştirenlere de “nasıl olsa yasaları istedikleri gibi geçiriyorlar, biz de orada konu mankeni gibi duracağımıza katılmamayı tercih ediyoruz” diye açıklamışlardı. 
Bu tür teslimiyet içeren yaklaşımların “öğrenilmiş çaresizlik” doğuracağını (benim de katıldığım) iddia edenler ise muhalefeti sert eleştiriyor. “Erdoğan’a seçimde kullanacağı yeni bir mağduriyet kozu vermeyelim diye onun hukuk istismarlarına göz yummanın sonu nerelere varır?” eleştirisi son derece yerindedir.

İktidarın sınır tanımaz gücüne sürekli vurgu yaparak çaresizlik ve teslimiyet içerecek yaklaşımlardan titizlikle kaçınmak gerekiyor. Çünkü biliyoruz ki iktidar zaten hukuksuzluklar dâhil her şeye muktedir olduğu duygusunu dosta düşmana benimsetmeye uğraşıyor. Muhalefetin bu tuzağa düşmemesi, demokrasiyi savunma adına anayasal kurumları ve demokratik kuralları kararlı bir şekilde savunmaya devam etmesi gerekiyor. 

MUHALEFETİN TESLİMİYET İÇEREN YAKLAŞIMLARI 
Muhalefetin teslimiyet barındıran yaklaşımlarının ardında üç temel sorun var. 

Birincisi; madem ki YSK iktidarın tam kontrolünde ve ne desek bildiğini okuyacak, o zaman seçimlere gidilirken muhalefet seçmene nasıl “bize güvenin, tüm oylarınıza sahip çıkacağız” diyebiliyor? Ayrıca muhalefet olarak bir devlet kurumu üzerinde baskı yaratacak yeteneğiniz yok ise o zaman neden TÜİK’in, SADAT’ın ve çeşitli kurumların önüne gidip politik baskı yaratmaya çalışıyorsunuz? 

İkincisi; mahkemelerin vereceği hukuksuz kararlar bilindiği halde muhalefet yine de o kapılara gidip hukuk talep ediyor ve doğrusunu yapıyor. Bu hukuk mücadelesinin artırılarak sürdürülmesi, tarihe şerhler düşülmesi gerekiyor. Çünkü hukukun ve Anayasal zeminin tahrip edilmesi bir realite olabilir ancak bu durumun kabul edilmesi, içe sindirilmesi kabul edilemez. 

Üçüncü olarak da; bu durumlarda tüm meşru yollar zorlanmazsa, iktidarın yapacağı hukuksuzlukların önünde hiçbir şekilde durulamayacağı algısı pekiştirilmiş olur. Devletin tüm kurumlarını iktidarın ele geçirdiğini ve cebren elde ettiği bu gücünün her istediğini yapmaya elverişli olduğunu baştan kabul etmiş olursunuz. İktidarın çok güçlü ve fütursuz olması gerçeği bir yana bu durumu bir realite olarak kabul etmek umutsuzluğu perçinler. Muhalefetin umutsuz beyanları, zaten bezmiş seçmen tabanını demoralize eder, mücadele azminin kırılmasına yol açar.

KAYBEDERLERSE GİDERLER Mİ?
AKP’nin bu seçimlerde yenilebileceği olasılığı ilk kez bu kadar güçlü olarak belirdi, millet Erdoğan’ın yenilmezliği mitini (son Belediye seçimleri ile) çoktan yıkmıştı zaten. Bu gerçekliğe rağmen insanlardaki “acaba kaybederlerse giderler mi?” endişesi azalmayıp artıyor. Bu soru ilk defa Erdoğan ve AKP döneminde sorulur oldu. Ülkede ilk defa bir siyasi liderin oluşturduğu vesayet gücüyle, kaybettiği bir seçimden sonra yönetimi devretmeme olasılığı güçlü şekilde tartışılıyor. 

Bu endişe, seçimleri kaybetme olasılığından daha da tehlikeli bir gerçekliği ortaya koyuyor. Devletin tüm imkânlarına karşı yürütülen eşitsiz bir seçim döneminden sonra iktidarın seçimleri tekrar alması olasılığı hiç yok değil. “Para çalan, İhaleleri çalan, huzur ve mutluluğunuzdan çalan, ömrünüzden çalan, bu kadar çok suça batmış olanlar seçimleri de pekâlâ çalar” yaklaşımı temelsiz değildir. Böylesi bir yenilgi durumda insanlar “ne yapıp edip yine sandıktan çıkmayı başardı, demek ki ülke olarak bunu hak ettik” diyecek. Zaten mutsuz olan insanlar kaderine küsüp sonuçları sineye çekmeye razı olacak. Ancak yenilmesine rağmen çeşitli bahanelerle (son İBB seçimlerinde olduğu gibi) iktidarı devretmeyecek bir iktidar kadar korkunç bir tehlike olabilir mi?

Bu nedenlerle; seçimleri açık ara kazanacak stratejiler geliştirilmelidir. Muhalefetin alacağı sonucun AKP seçmeninde bile “evet kazandılar” demelerini sağlayacak bir galibiyet olması gerekiyor. Bunun için de farklı ittifakların ve tüm demokratik güçlerin tek aday etrafında birleşerek ilk turda Cumhurbaşkanlığını ve Meclisin Anayasa yapmaya elverişli çoğunluğunu elde etmesi dışında seçenek yoktur.

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }