Hazreti Muhammed’in hareketini sosyopolitik açıdan okuduğumuzda onun büyük bir ihtilalci olduğunu görüyoruz. Ben onu büyük bir Arap ihtilalcisi olarak nitelemekte bir sakınca görmüyorum. Bu okuma, egemen dini anlayışın dışında seküler bir okuma olarak değerlendirilebilir. Bizce bunun bir mahsuru yok. Yeter ki söz konusu değerlendirme, anlama çabasının karşısına bir engel olarak konuşlandırılmasın.
İhtilal dediğimizde aklımıza ilk gelen 1789 Fransız İhtilali’dir. Elbette ki tarihte ihtilal olarak nitelenebilecek pek çok büyük hadise oldu. Ancak Fransız İhtilali’nin bıraktığı derin iz ve güçlü tesirin yeri başkadır.
Fransız İhtilali’nin o ünlü sloganları iki yüzyılı aşkın bir süredir insanlığın diline pelesenk olmuş durumda:
Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik...
Liberte, Egalite, Fratarnite...
Bizim İkinci Meşrutiyet hareketi de Fransız İhtilali’nin verdiği esinle aynı sloganları haykırmıştır:
Hürriyet, Musavat, Uhuvvet... Tabii bir de Adalet!
Bu sloganlar insanlığın belleğine işlenmiş büyük anlamlar taşıyor.
İşte bu çerçevede çok daha gerilere, ta Hazreti Muhammed’in Mekke’sine gidebilir ve aynı sloganları onun davasında da görebiliriz.
Gerçeği daha kararlı ve daha yüksek bir sesle ifade edelim;
Hazreti Muhammed, Fransız İhtilali’nden yaklaşık bin yıl önce aynı şeyleri haykırmıştı.
Kime karşı mı?
Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibi Mekke kodamanlarına karşı...
Hazreti Muhammed’in davasının – ki o davanın adı İslam’dır- en temel ilkesi tevhid inancı idi. Tevhid; bir olma, birlik, birleme anlamına gelmektedir.
Hazreti Muhammed, o dönemde Mekke’ye egemen olan şirk düzenine karşı tevhidi ileri sürdü.
Şirk, tevhidin zıddı idi. Tevhid nasıl ki birlik, birleme ve bir olma anlamına geliyorsa şirk de temelde düaliteye dayalı bir çokluğu ve ortaklığı ifade ediyordu.
Hazreti Muhammed’in tevhidi, birilerinin sandığı gibi sadece görünmez ve muhayyel bir Allah’ı birleme, bir kabul etme ve onun bir ortağının bulunmadığını savunma anlamını taşımıyordu. Aslında onun tevhid inancı; halkı birleme, bir hale getirme yani eşitleme mücadelesini yansıtıyordu. Zira tevhidden kasıt aynı zamanda eşitliktir yani egalitedir, musavattır.
Şirk de yontulmuş putları Tanrı’ya ortak koşma basitliği şeklinde anlaşılmamalıdır. 7. Yüzyıl Mekke Arap toplumunun yontulmuş, cansız nesnelere gerçekten tapındığını sanmak insan aklının evrimine hakarettir. Oysa gerçek şudur; tapınıldığı sanılan putlar aslında sadece birer simgedir. Toplumdaki ayrımların simgesel anlatımı olan o putlar, sınıfların mevcudiyetini meşrulaştırmada kullanılan sembollerdi. Tıpkı bugün devletlerin varlığını simgeleyen bayraklar gibi...
Gelelim tevhidin anlam derinliğine...
Tevhidin yani eşitliğin ilan edildiği; “Lailahe illallah” sözünün sadece; Allah’tan başka ilah kabul edilemez, diye anlaşılması son derece hatalıdır. Bu söz aynı zamanda toplumda sınıf ayrılığı kabul edilemez anlamına da gelmektedir. Zira Mekke toplumu sınıfsal ayrımların keskin bir şekilde yaşandığı köleci bir toplumdu. Efendi – köle ayrımının yanı sıra başka ayrımlar da vardı. Arap – Arap olmayan, Kureyşli – Kureyşli olmayan, hatta Mekkeli – Mekkeli olmayan gibi...
İşte tevhid düşüncesi Allah’ı birleme simgeselliği düzleminde aslında toplumu birleme, insanların eşit olduğunu haykırma düşüncesidir. Tevhide inanan ve onu savunanlar da Arapça ifadesiyle muvahhidûn yani tevhidçiler / eşitlikçiler diye nitelenmektedir.
Evet, Hazreti Muhammed, “Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur”, derken de, “kölelerinize kardeşleriniz gibi davranın ve onlarla aynı sofraya oturun!” derken de aslında şirk düzenine göre sınıflara ayrılmış bir toplumu birliyor yani eşitliğini savunuyordu.
Şimdi soralım;
Fransız İhtilali’ndeki egalite yani eşitlik sloganının tarihsel kökü büyük Arap devrimcisi Hazreti Muhammed’in tevhid ilkesine dayanmıyor mu?
Yahut şöyle soralım;
Hazreti Muhammed, Fransız İhtilali’nden yüzlerce yıl önce yani yaklaşık bin yıl önce insanların eşitliğini haykırmış değil midir?
El- Hak; öyledir!
O halde şimdi bir de özgürlük kavramı üzerinden yürüyelim.
Hazreti Muhammed, tıpkı Fransız İhtilali’nde ve bizim İkinci Meşrutiyet hareketinde olduğu gibi özgürlük çağrısı da yapmıştır.
Fransızca “liberte” ve Osmanlıca “hürriyet” diye haykırılan o ihtilal ilkesi, Hazreti Muhammed’de; “Allah’tan başkasına kul olmamak!” şeklinde ifadesini bulmuştu. Aslında bu, kabile reislerine, Mekke kodamanlarına, köle tüccarlarına karşı bir isyanı ifade ediyordu. Birileri bunu Kâbe’deki yontma, cansız putlara karşı başkaldırı diyerek özünden koparıp çarpıtıyor. Tekrar belirtelim ki, isyan edilenler o cansız ve yontma putlar değildi. Onların simgelediği Mekkeli kodamanların egemenlikleriydi. O kodamanlar, putlar adına ve o putların kendisine eş koşulduğu Allah adına topluma kendi egemenliklerini dayatıyordu. İşte; “Yalnız Allah’a kul olmak!” çağrısı o kodamanların egemenliklerini yıkıp yerine Allah adına egemenliği bütün topluma vermeyi amaçlamıştı.
Biraz ufkumuzu genişleterek baktığımızda kolaylıkla göreceğiz ki, Hazreti Muhammed’in çağrısındaki Allah, sosyal açıdan kamuyu yani toplumu işaret ediyordu. Öyleyse bu çağrı, kodamanların egemenliği yerine kamunun egemenliği manasını taşımaktaydı. Kamusal egemenlik, kamusal özgürlüğü doğuracaktı. Kamusal özgürlükse bireysel özgürlüğe giden yolun bir merhalesiydi.
Bakınız; Hazreti Muhammed’in davasının e önemli törenlerinden biri olan namaz / salat sırasında mutlaka okunması gerekli olan Fatiha Suresi’nin şu ayetleri bize neyi anlatıyor;
“İyyake na’budü ve iyyake nesteıyn...”
“Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz...”
Günlük, haftalık ve yıllık bütün dinsel törenlerde yani namazlarda / salatlarda Hazreti Muhammed’in müminleri; özgür olacakları, özgürlüklerine daima sahip çıkacakları noktasında birbirlerine ve kendilerine söz veriyorlar;
“Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğiz ve ondan başkasından yardım dilemeyeceğiz!”
Ne demektir bu bilir misiniz?
“Mekke’nin kodamanlarına, köle tüccarlarına kulluk etmeyeceğim, onlardan yardım da dilenmeyeceğim” demektir. “Yalnızca Allah’a kulluk edeceğim ve yalnızca ondan yardım dileyeceğim.” Yani; “sadece topluma hizmet edeceğim ve sadece toplumdan yardım isteyeceğim” demektir. Kişinin topluma hizmet etmesi de aslında kendine hizmet etmesidir. Zira kişi toplumun bir parçasıdır.
Peki; toplum ve Allah arasında nasıl bir anlam ilişkisi vardır?
Yanıtı yazının yukarıdaki paragraflarında bulabilirsiniz.
Öte yandan; Hazreti Muhammed’in mücadelesindeki bir diğer ilke de kardeşlikti. Fransızca “fratarnite” ve Osmanlıca “uhuvvet” denilen kardeşlik ilkesi Hazreti Muhammed için en güçlü ilkelerden biriydi. Bunu Kur’an’ın; “Müminler ancak kardeştir!” (Odalar Bölümü 10. Söz /Hucurat Suresi 10. Ayet) ayetinde çok açık bir şekilde görmekteyiz. Ayrıca Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretten sonra; Mekkeli Müslümanlarla Medineli Müslümanları yani muhacirlerle ensarı kardeş ilan etmesi ve bu kardeşliğin de ev bark, tarla, bağ bahçe gibi mal paylaşımını da içermesi görkemli bir devrim değil midir?
Evet, Hazreti Muhammed, büyük bir ihtilal gerçekleştirmiştir. Mekke’de köleciliğe dayalı şirk düzenini yıkıp eşitlik, özgürlük ve kardeşliğe dayalı tevhid düzenini inşa etmiştir. Hazreti Muhammed bunu, kovulduğu Mekke’ye, on yıl sonra muzaffer bir devrimci olarak Medine’den on binlerce savaşçısı ve inananıyla birlikte dönüp de gerçekleştirmiştir.
Bu arada ifade edelim ki, Medine, Mekke’deki devriminin bir nevi dibacesiydi. Medine bir birikme, toplanma ve derlenme yeri idi. Mekke’de yaşanacak olan büyük devrime ilişkin bütün hazırlıklar orada yapıldı. Zaten Medine ondan yani Hazreti Muhammed’den önce Medine değildi. Yesrib idi. Yesrib’i Medine yapan Hazreti Muhammed’dir. Medine ise Arap dilinde kent ve devlet anlamına gelmektedir. Bu mana aslında Mekke’yi ve onun nezdinde bütün Arap toplumunu bekleyen büyük dönüşüm ve değişimin semantik kaynağını oluşturmuştur.
Hazreti Muhammed’i büyük bir Arap ihtilalcisi olarak nitelemek kimseyi şaşırtmasın. Onun Arap toplumu içinde yaptığı devrimin sonuçları bütün insanlığı etkilemiştir. Zaten onun davası yerel bir dava değildi. Zira eşitlik, özgürlük ve kardeşlik evrensel bir davadır. İşte İslam’ın evrenselliğinin dayandığı gerçek zemin budur.
Ancak Hazreti Muhammed’in davasının yerel sonuçları da vardı. Bunların en önemlisi de dağınık halde yaşayan Arap topluluklarını birleştirmesiydi. O, kabileler halinde yaşayan ve devletleşemeyen Arapları önce Medine’de / Yesrib’te, sonra da Mekke ve tüm Arap yarımadasında devletleştirmeyi başaran büyük bir Arap önderidir. Onun davasına inanan bir mümin olarak da ifade edecek olursam; o İslam’ın peygamberi, Allah’ın elçisiydi.
Ve o, Kur’an’ın ifadesiyle; “âlemlere rahmet olarak gönderilen” bir nebi idi. Âlemlerden kastın halklar olduğunu bilerek ve düşünerek, Hazreti Muhammed’in davasının bir yönüyle de halkların / milletlerin kardeşliği davası olduğunu dile getirmek isterim. Vefatından kısa bir süre sonra, özellikle de Emeviler dönemiyle birlikte onun davasının tamamen ters yüz edilmesi ise başka bir meseledir.
Onu büyük bir sevgi ve inançla selamlıyorum; saygı ve esenlik olsun ona!