Bırakalım hiç olmazsa "sükûn içinde ölsün" Türkiye diyorsunuz öyle mi?

Değerli okurlarım,

6 Şubat Depremlerinden bu yana her sabah olduğu gibi bu sabah da hızla sosyal medyaya ve basına göz attım.

Toplumsal Haber’in 5 Mart 2023 "Düşman" başlıklı, Merih Bayraktar imzalı yazıda, Nazım Hikmet’in DÜŞMAN şiirinden dizelere yer verilmiş. 

Türkiye halkının bugün iktidar ve muhalefet tarafından getirildiği son durumda, Merih Bayraktar, yüreğinden geçenleri Nazım’dan şu dizelerle kaleme almış: "Ben seni uzaklarda... / Ben seni tuzaklarda... / Ben seni yasaklarda sevdim" demiş ve artık ‘dükkânı kapatmak’ gerektiğini belirtmiş. Ne kadar da benzer düşüncelerdeymişiz…

Bayraktar’ın Nazım’ı bu dizelerle anması bendeki insancı damarın patlamasına şöyle neden oldu. Nazım’ın dizelerinden sonra, Instagram’ı kolaçan ederken @felsefeist sayfasında karşılaştığım "Filozofların son sözleri nelerdi?" görseline, depremlerde ölümlerin yürekleri yaktığı şu günlerde, bakmadan edemezdim. Beni bir kez daha öyle bir tetikledi ki oturup şimdiye dek en sert en direkt bu yazıyı kaleme aldım.  

Filozoflar ne de olsa sıradan insanlar değildi; bilimin, insanlığın, tarihin akışını değiştiren düşünürlerdi. 

Bir filozof ölmeden dakikalar önce neler söyleyebilirdi? 

O anda hâlâ felsefe mi olurdu zihninde yoksa sıradan bir dünyalı düşüncesi mi?

Biri kadın olan ve ölüm anından az evvel "din konusunda anlatacak hiçbir şeyim yok" diyen Mary Wollstonecraft’ın dahil olduğu listedeki son sözleri merakla okudum.

Bunlardan az çok bildiğim, sevdiğim Henri Bergson ölmeden önce: "Baylar, saat beş, ders bitmiştir." demiş. Bu ne gerçekçilik ne zihinsel aydınlık değil mi?

Voltaire’e gelince; ölüm yatağındayken bile papazın ‘İsa’yı peygamberin olarak kabul ediyor musun?’ sorusuna, papazı iterek yatağından uzaklaştırmış ve "Bırakın da huzur içinde öleyim" demiş.

"1’lilere, 3’lülere, 5’lilere, 6’lılara sesleniyorum Bayanlar, Baylar: Saat beş, ders bitmiştir."

Türkiye halkına; onun bir yurttaşı, bir vatandaşı olan bana; onun değerli bilim insanlarına, beden ve zihin sağlığımıza verdiğiniz zararlardan dolayı sizlere sesleniyorum: Sözümün dokunacağı bir yer kaldıysa eğer ruhunuzda, kalbinizde, sizlere hakkımı helal etmeyeceğim!
Size etmeyeceğim sayın Meral Hanım: Oysa 2018’de gerekli 100.000 imzadan biri benimkiydi. O günlerde yetkin ve layık gördüğüm size imza vermiştim.
Size de etmeyeceğim sayın 6’lı masadaki baylar! 

Oysa yaptığınız onca çalışmayı takdir etmiştim. Ortaya koyduğunuz ortak bildiri metnine, Türkiye halkını koruyan ‘laiklik’ ilkesine derinlemesine eğilmediğiniz halde, bu beklediğimiz bir ilk olduğu için, anlayışla karşılamış, değerli bulmuştum.

Şimdiyse topunuz kalkmış, bırakalım da "sükûn içinde ölsün" Türkiye diyorsunuz öyle mi?

Fransa ve Türkiye, 20. yüzyılın başından bu yana, laik devletler, laik cumhuriyetlerdir. 

Mesela Fransa’da; 

9 Aralık 1905 tarihli, kiliseler ve dinin ayrılmasına ilişkin kanun uyarınca, Kiliseler ve Devlet arasında ayrım sistemi kesin olarak yerleşmiştir. 

Ondan daha önce 21 Şubat 1795’te yapılan din özgürlüğü restorasyonunda, ibadetlerin özgür olarak yerine getirilmesi hükmü kabul edilmiş ve sürmektedir: 

Devletin din adamı çalışanı yoktur. 

Devlet din işleri için herhangi bir bina sağlamaz. 

Devlet hiç kimseyi ibadet bakanı olarak tanımaz.  

Fransa 24 Ağustos 2021 tarihli ‘Bölücülük Yasası’ [Loi du séparatisme] ile 1905 yasasından kaynaklanan rejimde bazı yönlerini değiştirmiştir. 
Bu değişiklikler "gerçekten de Fransa'daki din özgürlüğünün önemli bir evriminin göstergesidir." Çünkü Fransa’da "bireylerin dini özgürlükleri her alanda pekiştirilmeye devam" etmekte, en yerleşik ilke veya uygulamaları sorgulayacak kadar ileri gidilmektedir. 

Şöyle ki "kamuya mal olmuş kişilerin dini faaliyetleri finanse etmesinin yasaklanması daha esnek okunur" biçime getirilmiş; dini etkinliklerde, okulların, cezaevlerinin kantinlerinde, ‘ikame menüler’ in varlığı kararlaştırılmıştır. 

Buna karşılık, din özgürlüğünün bireysel değil "toplu olarak kullanılması konusu daha fazla denetlenmeye ve kontrol altına alınmaya devam" etmektedir. Özgürlüklerin "ancak toplu olarak uygulandığında anlam ifade ettiği anlaşıldığından, sınırı çizmek açıkça zordur, ancak son yıllarda biçimlenen genel harekettir."
Mesela Türkiye’de; Fransa’da olduğu gibi bizim anayasamızda da "ilk anayasa olan 20 Ocak 1921 Anayasası değişen ve gelişen ihtiyaçları karşılamaya yetmeyince “Devletin dini, İslam dinidir” maddesi 10 Nisan 1928’deki değişiklikle" kaldırılmış, 1937 anayasasına laiklik ilkesi girmiştir.

Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliği olarak, 5 Şubat 1937 yılında, anayasanın değiştirilmez hükümleri arasında bulunur. 

Laiklik dendiğinde kısaca Müslüman veya Hristiyan veya Musevi, herkesin inanma ya da inanmama özgürlüğüne sahip olduğu anlaşılır. Devlet her dine eşit yaklaşır.

Devlet; cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı kabul edilmiştir. Devletin dini yoktur. 

Olamaz zaten. Çünkü "Devlet dediğimiz zaman, her şeyden evvel bir insan cemiyeti, bir millet mevcudiyeti anlaşılır." 

Bugün bu topluluk bu millet içinde hepimiz birden varız. 

Nitekim Kahramanmaraş Depremlerinde devlet dendiğinde bundan millet anlaşıldığını hep birlikte gördük. Cumhurbaşkanından oraya gidin! şunu, şunu, yapın! sözlerini bekleyen felçli bir hükümetin yokluğunda, oraya ben şuyum, ben bundanım demeden, Türkiye halkının yardımlarla akın ettiğini gördük. 

Sonuç olarak: 

Halk idaresi olan Cumhuriyet ile idare olunmanın tadını bir kere almış olan Türkiye halkı; afette ve siyasette milleti insancı duygular içinde görmeyip yapayalnız bırakan ve kendi bencil siyasi çıkarlarının peşine düşen siyasilerine, basın mensuplarına, sosyal medya sahiplerine, tümüne, millet sözcüğünün anlamını öğretecek, masumiyetinin tüm haklarını soracaktır.