Bir put olarak kader, kaza ve tevekkül inancı

Put ya da totem illa somut nesneden olmaz. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan yani soyut putlar da vardır ki bunlar somut olanlardan daha tehlikeli ve daha şeytanîdir. Ve böylesi putlar tevhid inancına karşı savaşan en amansız saldırganlardır.

Bu cümleden olarak belirtelim ki, İslam’ın içine bir zehir gibi zerk edilmiş pek çok soyut put vardır. Bu putlar suret – i haktan görünen batıl düşünüş, eylem ve inanışlardır. Bunlar arı duru İslam inancını ifsat eden / bozan en önemli ve fark edilmesi en zor şirk nüveleridir.

Sözgelimi; riya yani gösteriş bunlardan biridir. Nitekim pek çok hadis kaynağında gizli şirke işaret olmak üzere Hazreti Peygamberden sözler aktarılmakta, hatta gizli şirkin karıncanın ayak sesinden bile daha gizli olduğu yönünde rivayetler yer almaktadır.

Bizce gizli şirkin en önemli çeşitlerinden biri de dinde olmadığı halde ona bir inanç eklemektir. Bu bağlamda; İslam’da olmadığı halde İslam’danmış gibi dine sokulan en önemli putlardan biri ve gizli şirke kaynaklık eden sözde bir inanç ilkesi de kaderdir. Kaderle birlikte tevekkülü de bu kapsamda değerlendirmekteyiz. Kader ve tevekkül inancı İslam’da yoktur. Kader dediğimizde de tevekkül dediğimizde de elbette ki, egemen dini anlayışın bu iki kavram konusundaki görüş, yaklaşım ve tavrını kastediyoruz.

Egemen dini anlayışın iddia etiği şekilde İslam’da kader ve tevekkül diye bir inanç yoktur. Kim ki var diyorsa bizce o müşriktir. Allah’a din öğretme küstahlığı sergileyen bir had bilmezdir.

Gerçek şu ki kader ve tevekkül kavramını yozlaştıran ve İslam dışı bir içeriğe büründürenler Emevî sultanları ve onların güdümündeki sözde din ulemasıdır.

Emevîler kader ve tevekkül inancını kendi saltanatlarının devamı ve güvenliği için istismar ederek işlerine yarayacak bir tarza soktular. Bu tarz, kader ve tevekkül inancını bir put olarak yeniden inşa etmek manasını içermektedir.

O günden bugüne hala egemen dini anlayışın ileri sürdüğü kader ve tevekkül inancı şu zemindedir:

“Allah, kullarının ne yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını, başlarına neler geleceğini ezelde takdir etmiştir. Dolayısıyla yapıp ettiklerimiz Allah’ın yazdığı kader doğrultusundadır. Tevekkül ise kaderimizde yazılanlar konusunda Allah’a güvenmek ve teslim olmak demektir. Çalışıp gayret ederek kaderimizi değiştirmemiz mümkün değildir.”

O dönemde bu şeytanî anlayışa karşı çıkan ve Kur’anî çizgiyi cesaretle savunan din bilginleri de yok değildi. Bunlardan en ünlüsü hiç kuşku yok ki Hasan Basri’dir.

Hasan Basri’nin Emevi Sultanı Mervan oğlu Abdülmelik’e yazdığı mektup, kader konusunda İslam tarihinde cereyan eden tartışmaları gözler önüne seren en önemli malzemelerden biridir. Hasan Basri, sultana verdiği yanıtta ayetlerle kadere dair açıklamalar getirmekte ve Emevi doktrinine son derece nazik ve kibar bir dille karşı çıkmaktadır.

Sultan, Hasan Basri’yi kader konusunda, farklı ve evvelce duyulmamış fikirler dile getirmekle itham etmiş ve açıklama yani bir nevi savunma istemiştir.

Hasan Basri de yazdığı mektupta görüşlerinin Kur’an’a ve peygambere dayandığını dile getirmiştir.

Şimdi size biraz kısaltarak o ünlü mektuptan bir bölüm sunalım:

“Ey Müminlerin Emîri!

Biz, Allah’ın emriyle amel eden, onun hikmetini gözeten ve Resûlullah’ın sünnetine uyan geçmiş (selef) âlimlerden birçoğuna ulaştık. Onlar gerçeği inkâr etmez, bâtılı hak / gerçek gibi göstermez, yüce Allah’ın kendi nefsine / zâtına isnat ettiğinden başka şeyleri ona isnat etmez ve Allah’ın yaratıklarına karşı kitabında gösterdiği delillerden başka bir delil getirmezlerdi. Sözleri kuşkusuz doğru olan yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım. Onlardan bir yaşamlık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.” (Rüzgarlar Bölümü 56-57. Sözler / Zariyat Suresi 56-57. Ayet)

Yüce Allah, kendisine kulluk etmeleri için yarattığı kullarına ibadet etmelerini emretmiştir. Allah kullarını bir iş için yaratıp, sonra işle onlar arasına girmiş değildir. Zira Yüce Allah, “kullarına karşı zulmedici değildir.'' Daha önce geçen (selef) âlimlerden hiçbiri bu sözü inkâr etmemiş ve tartışmaya açmamıştır. Çünkü onların hepsi bu konuda tek bir fikir etrafında toplanmış bulunuyorlardı. Onlar, çirkin işleri (münker) emretmemişlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“...Onlara de ki; Allah kötülük işlemeyi emretmez. Allah adına bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz? De ki; rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti...” (Ara Yer Bölümü 28. ve 29. Sözler / Araf Suresi 28. ve 29. Ayetler)

Onun nehyi (yasağı), hayasızlık (fahşâ), çirkin işler (münker) ve azgınlık (bağy) sayılan şeylere yönelikti.

“...O, öğüt alasınız diye sizlere öğüt veriyor.”(Bal Arısı Bölümü 90. Söz / Nahl Suresi 90. Ayet)

Allah’ın Kitabı, her (kalbi) ölmüş olan kimse için hayat, her tür karanlık için aydınlık ve her tür cehalet için de bilgi / ilimdir. Yüce Allah, Kur’an ve Peygamberden sonra kulların mazeret olarak sunacakları bir hüccet / deli l/ kanıt bırakmamıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“…Ta ki, ölen açık bir kanıt üzerine ölsün, yaşayan da açık bir kanıt üzerine yaşasın. Allah elbette ki, gereğince işiten ve bilendir.” (Ganimetler Bölümü 42. Söz / Enfal Suresi 42. Ayet)

Ey Müminlerin Emîri!

Yüce Allah’ın;

“Cehennem içinizden ileri veya geri gitmek durumunda olanlar için bir uyarıdır. Herkes yaptıklarının tutsağıdır.” (Bürünüp Sarınan Bölümü 37 – 38. Sözler / Müddessir Suresi 37 – 38. Ayetler) âyetleri üzerinde iyice düşün. Yüce Allah, insanlara kendisiyle ileri gitmek ve geri kalmak isteyecekleri bir güç vermiş; nasıl amellerde bulunacaklarını ve neleri haber vereceklerini görmek için de onları imtihana tabi tutmuştur. Şayet mesele, yanlış düşünce sahiplerinin dedikleri gibi olsaydı, bu durumda insanların ileri gitme ve geri kalma imkânları olmaz; ilerleyenin yaptığı amele karşı mükâfatlandırılması, geride kalanın da (yapması gerekirken) yapmadığı ameller konusunda kınanması söz konusu olmazdı. Çünkü onlara yani yanlış görüşte olanlara göre, ileri gitme ve geride kalma gücü kendilerinden değildir. Zira bunlar (kendilerinin değil) rablerinin işidir.

Bu durumda (yanlış görüşte olanların bu iddiası doğru olsaydı, Yüce Allah);

“Allah, zâlimleri saptırır” (İbrahim Bölümü 27. Söz / İbrahim Suresi 27. Ayet) ve “… Aslında Allah, bozgunculardan başkasını saptırmaz. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah’a kesin söz verdikleri halde sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın güçlendirilmesini buyurduğu akrabalık ilişkisini keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte yıkıma uğrayanlar bunlardır.” (Dişi Sığır Bölümü 26.- 27. Sözler / Bakara Suresi 26 - 27. Ayetler) demezdi.

Ey Müminlerin Emîri!

Yüce Allah’ın;

“ Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar sağduyuludurlar.” (Topluluklar Bölümü 17. Söz / Zümer Suresi 17. Ayet) buyruğunu anlayarak üzerinde iyice düşün. Yine Yüce Allah’ın şu sözünü de dinle;

Eğer kendilerine kitap verilenler, inanmış ve sakınmış olsalardı elbette ki biz onların günahlarını örter ve onları nimetlerle dolu cennetlere yerleştirirdik. Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve rableri tarafından kendilerine indirileni gereğince uygulasalardı, elbette hem üstlerinden hem de ayaklarının altından kendilerine bol bol yaşamlıklar verilirdi. Onlardan orta yolu tutan bir zümre vardır. Ama yine de onların birçoğunun yaptığı ne kötüdür.” (Sofra Bölümü 65- 66. Sözler / Maide Suresi 65 – 66. Ayet)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“ Eğer o ülkelerin halkı inanıp sakınsalardı, biz onların üzerine gökten ve yerden bereket kapılarını açardık. Oysa onlar yalanladılar. Biz de kendi yaptıklarıyla onları yakalayıverdik.” (Ara Yer Bölümü 96. Söz / Araf Suresi 96. Ayet)

Ey Müminlerin Emîri!

Bilmiş ol ki, Allah, kullara işleri mecbur kılmamıştır. Fakat şöyle yaparsanız size böyle yaparım, böyle yaparsanız size şöyle yaparım, diyor ve;

“Onlar şöyle derler; Rabbimiz, Bunu bizim önümüze kim getirdiyse cehennemde onun azabını iki kat daha arttır.” (Sad Bölümü 61. Söz / Sad Suresi 61. Ayet) âyetinde buyurduğu gibi, onlara ancak yaptıkları amellerin karşılığını verir (yaptıkları amellere göre onları cezalandırır veya ödüllendirir). Fakat Yüce Allah insanlara yolu göstererek onları saptıranın kim olduğunu, (sapan kimselerin ağzından) “Ve derler ki; rabbimiz, biz, efendilerimize, büyüklerimize uyduk da bizi onlar yoldan saptırdılar.” (Savaşçı Birlikler Bölümü 67. Söz / Ahzab Suresi 67. Ayet) şeklinde aktararak bize açıklamıştır. Yöneticiler ve büyükler, onlara küfrü öneren ve onlar (doğru) yol / hidayet üzere iken onları saptıranlardır.

Zira Yüce Allah;

“Biz ona yani insana yol da gösterdik. Artık ister şükreder, ister iyilikbilmezlik eder.” (İnsan Bölümü 3. Söz / İnsan Suresi 3. Ayet) buyurmuştur. (Yani kişi) ya bizim ona yol göstermemize ve nimetler vermemize şükreder, ya da nankörlük eder.

Bu hususta (Hazreti Süleyman’ın ağzından) yüce Allah şöyle buyuruyor;

“... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; fakat iyilikbilmezlik eden bilsin ki rabbim zengindir, cömerttir.” (Karınca Bölümü 40. Söz / Neml Suresi 40. Ayet)

Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor;

“Böylece Firavun kavmini yanlış yola sürükledi ve doğru yola götürmedi.” (Tâhâ Bölümü 79. Söz / Taha Suresi 79. Ayet )

Sen de ey Müminlerin Emîri, Allah’ın dediği gibi, kavmini dalâlete sürükleyenin Firavun olduğunu söyle. Bu konuda Allah’ın sözlerine muhalefet etme. Allah’ın kendisine izâfe edilmesine razı olduğunun dışında ona bir şey izâfe etme. Zira o şöyle buyurmuştur;

“Doğru yolu göstermek elbette bizim işimizdir. Ahiret de bizim, dünya da bizimdir.” (Gece Bölümü 12- 13. Sözler / Leyl Suresi 12-13. Ayetler)

Hidâyet Allah’tan, dalâlet ise kullardandır.

Ey Müminlerin Emîri,

Yüce Allah’ın şu ayet(ler)ini de iyice düşün!

“Ve bizi hep o mücrimler (günahkârlar) dalâlete düşürmüştü (saptırmıştı).” (Şairler Bölümü 99. Söz / Şuara Suresi 99. Ayet)

“Sâmirî onları dalâlete düşürdü (baştan çıkardı).” (Taha Bölümü 85. Söz / Taha Suresi 85. Ayet)

“Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” (Gece Yürüyüşü Bölümü 53. Söz / İsra Suresi 53. Ayet)

“Onu size ancak dilerse Allah getirir ve siz onu aciz bırakacak değilsiniz.” (Hûd Bölümü 33. Söz / Hud Suresi 33. Ayet)

Yani siz, başınıza geldiğinde Allah’ın azabından kurtulacak değilsiniz ve ondan kendinizi de koruyamazsınız. Size azap geldiğinde, sizin için nasihat etsem/öğüt versem de, nasihatimin/öğüdümün size bir faydası olmaz. Nûh, kendilerine azap indiğinde ve azabı gördükleri esnada iman etmelerinin kavmine bir yarar sağlamayacağını bilmiştir. Yüce Allah, helâk ettiği kavimlerle ilgili şöyle bir açıklamada bulunmaktadır:

“Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kâfirler ziyana uğramışlardır.” (İnanan Bölümü 85. Söz / Mümin Suresi 85. Ayet)

Bu Allah’ın kanunu/yasasıdır. Azap müşahede edildiği vakit, artık yapılan tövbe kabul edilmez.

Yüce Allah’ın;

“Eğer Allah sizi saptırmak istiyorsa, (ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez). (Çünkü) O sizin Rabbinizdir ve (nihayet) ona döndürüleceksiniz” (Hûd Bölümü 4. Söz / Hud Suresi 34. Ayet) sözünde vârid olan “ğayy”den maksat “azap”tır.

Yüce Allah’ın;

“Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, salatı / namazı terk ettiler, hevâ ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. (Cehennemdeki “Gayya” vadisini boylayacaklardır.)” (Meryem Bölümü 59. Söz / Meryem Suresi 59. Ayet) Bu ayetteki “ğayy” sözü, “elîm/şiddetli bir azaba dûçar olacaklardır,” anlamındadır. Nitekim Araplar, “Falan kişi bugün ğayy’a atıldı” dediklerinde, bu cümleden emîrin söz konusu kimseyi şiddetli bir şekilde dövdüğünü veya şiddetli bir cezaya çarptırdığını kastederler. Yüce Allah’ın şu âyeti üzerinde de münakaşa etmişlerdir:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun gönlünü İslâmiyet’e açar. Kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun da gönlünü darlaştırır, sıkıştırır ve bu adam zorla göğe yükseliyormuş gibi olur. Allah, inanmayanları işte böyle pislik içinde bırakır.” (Hayvanlar Bölümü 125. Söz / En’am Suresi 125. Ayet)

Bu âyeti bilgisizlikleri yüzünden şöyle tevil ettiler: “Yüce Allah sâlih amel işlemedikleri halde bazı insanların göğüslerini (İslâm’ı kabul etmeye) açmış; bazı insanların da küfür, fısk ve sapıklıkta olmadıkları halde, göğüslerini darlaştırmış ve sıkıştırmıştır. Bu kimselerin, (isteseler dahi), Allah'ın kendilerini mükellef kıldığı dinî yükümlülükleri yerine getirme imkânları yoktur. Bunlar ebediyen cehennemde kalacaklardır.”

Ey Müminlerin Emîri!

Hakikat câhillerin iddia ettikleri gibi değildir. Rabbimiz kullarına karşı en merhametli, en âdil ve en kerîm olduğu için, onlara (kullarına) böyle yapmaz. O, “Allah bir kimseye gücünün yetmeyeceğini yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendine, işlediği fenâlık yine kendinedir” (Dişi Sığır Bölümü 286. Söz / Bakara Suresi 286. Ayet) buyurmuşken, nasıl kullarına karşı bunu yapar (gücünün yetmeyeceğini yükler)?

O, insanları ve cinleri kendisine ibâdet etsinler diye yaratmıştır. Allah kullarına, kendilerine teklif ettiği ibâdetlerin birkaç katını yapabilecek kudrette işitme, görme ve sezme kabiliyeti vermiştir. İnsanlardan her kim emrolunduğu şeyler hususunda itaat ederse, Allah, emredilen şeyleri yapan kimsenin, yaptığı iyiliklerinin karşılığı olarak bu dünyada göğsünü İslâm’a açar; ona iyi amelleri yapmayı kolaylaştırır; küfür, fısk ve isyân gibi fiilleri yapmayı da zorlaştırır. Büyük olsun küçük olsun, tâat bakımından bu mertebeye ulaşan herhangi bir kimse hakkında Allah’ın hükmü böyledir. Yüce Allah, tövbe ve itaate güç yetirdiği halde, dünyada kendisine emredilen şeyleri yapmaktan imtinâ edip küfre devam eden kimsenin göğsünü, sanki o kimse göğe yükseliyormuş gibi, daraltır/sıkıştırır. Bütün bunlar, onun bu dünyada irtikap ettiği küfür ve sapıklığının cezasıdır. Tövbe, Allah’ın emrettiği ve insanları davet ettiği bir iştir. Küfür ve fâsıklıkta ileri dereceye varmış olan bir kimse hakkında Allah’ın hükmü yine böyledir.

Ey Müminlerin Emîri!

Yüce Allah, kitabında, kullarına rahmet olarak ve onları, kabul edilmesini umdukları amellere teşvik etmek üzere “ferahlık” ve “darlığı (sıkıntıyı/stresi)” zikretmiştir. Yüce Allah hikmeti gereği, yapmayı istedikleri amellere yönlendirmek üzere, kullarının göğüslerine ferahlık vermeyi murad etmiştir. Yine hikmeti gereği göğüslere sıkıntı vermeyi de murad etmiş, (fakat) bunu onlara açıklamamıştır. Bunun sebebi, onların (kendilerine sebepleri açıklanmamış olan hususların açıklanması yönündeki) beklentilerinin önünü kesmek içindir. Yoksa onları kendi rahmet ve fazlından ümitsiz bırakmak, durumlarını düzelttikleri halde kendi af, mağfiret ve kereminden mahrum etmek için değil. Yüce Allah kitabında bu hususu beyân ederek şöyle buyuruyor;

“Allah, rızasını gözetenleri onun (kitap)la, selâmet yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.”(Sofra Bölümü16. Söz / Maide Suresi 16. Ayet)

Peygamberin sahabelerinden olan geçmiş/önceki Müslümanlar Allah’ın kelâmına bağlıydılar; ondan hiçbir şeyi inkâr etmezlerdi ve onun hakkında tartışmazlardı. Çünkü onlar bir tek görüş üzere ittifak etmişlerdi. Onunla ne bir gerçeği (hakk) inkâr ederlerdi, ne de bir bâtılı gerçek olarak gösterirlerdi. Allah’ın kendi nefsine atfetmediği bir vasfı ona nispet etmezlerdi. Allah’ın yaratıkları aleyhine delil olarak gösterdikleri dışında başka bir delil göstermezlerdi.

...

Ey Müminlerin Emîri!

Yüce Allah, hidâyetine hidâyet, ilmine ilim katsın ve onu anlayıp inceleyesin diye Hasan’ın risâlesinden bir nüshayı sana gönderdi. Onu anla ve üzerinde iyice düşün. Hem kendin ve hem de Müslümanlar için aklın ve görüşünle onunla amel et. Risâle / mektup hakkında herhangi bir şüphe yaratma. Çünkü bu risâle /mektup, ondaki Allah’ın adâletini kabul edip akleden ve üzerinde iyice düşünenler için gayet açıktır...”

(Hasan Basri’nin bu ünlü mektubu Allah’ın adâletini kabul edip akleden ve üzerinde iyice düşünenler için gayet açıktır. Hasan Basri’nin mektubuna pek çok kaynaktan ulaşmanız mümkündür. Bu mektup üzerine yazılmış şerhler de mevcuttur.)

Bu mektup Emevi kader doktrinine itiraz bağlamında son derece önemlidir. İnsanların fiillerinde özgür olduklarını savunması ve imtihan için bunun gerekliliğini kaçınılmaz görmesi Kur’anî özü yansıtmaktadır.

Bir Emevi doktrini halinde kaderi savunanların sözde dayandıkları en önemli ayet de şudur;

“Doğrusu biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Ay Bölümü 49. Söz / Kamer Suresi 49. Ayet)

Ayetin özgün Arapça metninde geçen; “İnne külle şey’in halaknahu bi kaderin” ifadesindeki kader sözünü yanlış yorumlayan ve siyasi iktidara yani halife yahut sultana itaat ideolojisine hizmet edecek biçimde anlamlandıran Emevi saltanatı ve onların hizmetindeki sözde din bilginleri, söz konusu kavramı Kur’anî içerikten koparmışlardır.

Bu ayette kader sözcüğü ile evrendeki düzen ve olaylar arasındaki neden sonuç ilişkisinin kastedilmiş olduğu açık iken ve dolayısıyla da determinist bir anlam söz konusu iken sözcüğe gerçeğin dışında yapay bir mana yüklenmiştir.

İslam tarihinde kadere ilişkin yaşanan tartışmalar, itikadî ve siyasi mücadelelerde belirleyici olan en önemi meseleler arasında yer almıştır.

Bir tarafta kulun iradesini sıfırlayan Cebriye ve Eş’ariyye gibi akımlar oluşmuş öbür yanda insanların fiillerinde özgür olduklarını savunan Mutezile ve Maturidiyye cereyanları yükselmiştir.

Cebriye’nin; “kulun Allah’ın iradesi yani kader karşısındaki durumu dalından kopan bir yaprağın rüzgârın önündeki hali gibidir,” şeklindeki görüşünü Eş’ariler ve Maturidiler “Kesb Kuramı” ile bir hayli yumuşatmaya çalışmışlardır. Bu konuda Eş’ariler ve Maturidiler kesb kavramı konusunda ittifak etmiş gibi görünseler de izah noktasında ayrışmışlardır. Eş’arîler, Cebriye ile neredeyse aynı çizgiye düşmüşlerdir. Maturidilerin ise daha özgürlükçü denilebilecek bir yorum geliştirmeye çalıştıkları söylenebilir. Ancak yine de hem Eş’ariler hem de Maturidiler; Allah’ın her şeyi bilmesi, her şeyin yaratıcısı olması, sınırsız bir irade sahibi olması gibi inançların altında ezilerek kulun / insanın özgürlüğünü neredeyse teorik bir düzeye indirmişlerdir.

Öte yandan Mutezile ise bu konuda son derece radikal bir tavırla kulun / insanın özgürlüğünü mutlak manada savunmuş ve adalet ilkesiyle kader inancına karşı çıkmıştır. Bu sebeple Mutezile, kaderi inkâr etmekle suçlanmış ve tekfir edilmiştir. Ancak Mutezile’nin egemen olduğu dönemde (Abbasilerin bir dönemi) İslam dünyası, bu yeni anlayışın etkisiyle bilimde büyük atılımlar yapmıştır. Bu, doğaldır. Zira Müslümanların aklı kader ve tevekkül inancı nedeniyle esaret altındaydı. Mutezile bu esareti en azından belli bir süre de olsa kırmış ve aklı özgürleştirmiştir. Ancak Mutezile’nin egemenliği şirk dininin dindarları tarafından bir süre sonra sona erdirilmiş ve akıl yeniden kader ve tevekkül putuna tapınır hale düşürülmüştür.

Deyim yerindeyse devrimci Muhammedî İslam’a karşı harekete geçen şirk dini, Hazreti Muhammed’in kırdığı putları bu kez görünmez bir mahiyette yeniden inşa etmiştir.

Şirk dini aslında Hazreti Muhammed’in vefatından sonra adım adım ilerleyerek özellikle Emeviler döneminde tam anlamıyla yeniden geri gelmiş ve Müslümanların aklını ve vicdanını teslim almıştır. Mutezile’nin çıkışıyla birlikte yeniden devrimci Muhammedî İslam’ın ayak sesleri duyulur olmuş ve bu anlayış, Abbasilerin bir döneminde yönetime egemen hale gelmiştir.

Peki, kader ve tevekkül kavramları etrafında koparılan fırtına ve boğucu sisin ardında gerçekte ne vardır? Yani İslam’da bu iki kavramla ilişkili olarak nasıl bir inanç bulunuyor?

Kısaca şöyle yanıt verelim;

Doğanın yasalarına teslim olmak ve neden sonuç ilişkisi çerçevesinde cereyan eden yaşam akışına güvenmek vardır.

Gerçeği daha da berraklaştırmak için konuyu açalım.

Önce kader sözcüğünü semantik açıdan inceleyip kastedilen anlamı gözler önüne serelim…

Ay Bölümü 49. Sözde / Kamer Suresi 49. Ayette geçen kader sözcüğünün anlamı gerçekte ölçü, denge ve düzen demektir. Bunun gibi miktar sözcüğü de aynı şekilde kader sözcüğü ile ilgilidir. Bunlar, aynı kökten gelen kelimelerdir.

Bu kelimelerin anlam itibariyle kulların / insanların fiilleri üzerinde olduğu ileri sürülen ezeli takdirle hiçbir ilgisi yoktur. Kader sözcüğüyle kastedilen evrendeki düzen, denge ve ölçüdür. Bununla anlatılmak istenen de değişmez fizikî, biyolojik ve kimyasal yasalardır. Kaderin insanlarla ilgili olan kısmında ise kastedilen, kapasite ve imkândır.

Tevekkül de bu manada güvenme ve dayanma demektir. Egemen dinî anlayış bu dinî kavramı neredeyse hiç çaba göstermeden herhangi bir iş konusunda muhayyel Allah’a güvenmek olarak anlamlandırmaktadır. Bu da doğal olarak en koyu bir biçimde bir tembelliğe yol açmakta, tembellik sonucu ortaya çıkan ağır başarısızlık da kadere yani sözde Allah’ın takdirine bağlanmaktadır. Görüleceği üzere kader ve tevekkül iki ayrı kavram olsa da birbiriyle irtibatlıdır. Biri diğerinin tamamlayıcı parçasıdır.

Kader ve tevekkül putuna tapanların Kur’an’dan gösterdikleri diğer ayetlerde de gerçekte vurgulanan, evrendeki / doğadaki değişmez yasalardır. Söz konusu hiçbir ayette “Allah’ın kullarının fiillerine cebri bir müdahalesi” kastedilmiyor.

Bu gerçeği gören yahut ona yaklaşan pek çok Müslüman düşünür ve bilgin tarihte var oldu bugün de var. Bu kimseler, devrimci Muhammedî İslam’ın gerçek iletisini anlayan ve buna göre şirke karşı mücadele eden kişilerdir.

Bu noktada çok ilginç bir kişilik olması hasebiyle Mehmet Akif’ten örnek vermek isterim. Mehmet Akif, yaşadığı dönemde egemen dinî anlayışa karşı son derece eleştirel fikirler dile getirmiştir. Bu fikirlerinden dolayı ağır hücumlara maruz kalmıştır. Akif, bugün dahi Emevi dininin sözde dindarları tarafından tekfire değin varacak boyutta tenkit edilmektedir.

Mehmet Akif’in, egemen dinî anlayışın kader ve tevekkül inancına karşı son derece sert eleştiriler getirdiği şiirlerine Safahat adlı yapıtından ulaşılabilir.

Şimdi onun “Fatih Kürsüsünde” isimli şiirinden bir bölümü okuyalım;

“Kadermiş” öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru

Belanı istedin, Allah da verdi, doğrusu bu

Kader; şerâiti mevcud olup da meydanda

Zuhura gelmesidir mümkinatın âyanda...

Mehmet Akif, kişilerin yahut toplumların başına gelen felaketlerin kader kavramı üzerinden muhayyel Allah’a fatura edilmesi karşısında isyanını dile getiriyor. Ardından da kaderle gerçekte neyin anlaşılması gerektiğini gayet net ve veciz bir biçimde ortaya koyuyor.

Kader; koşulları apaçık ortada olan bir şeyin meydana gelmesidir. Yani bir nevi belli nedenlerin kaçınılmaz bazı sonuçları doğurması demektir, diyor.

Bizce, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere; kader, evrendeki değişmez yasaların ta kendisidir.

Nedir bu yasalar? Fiziksel, biyolojik ve kimyasal yasalardır.

İşte evrendeki ve dünyadaki her olay bu yasalar çerçevesinde akıp gitmektedir.

Hiçbir şey bu yasaların dışında olamaz. Zira bu yasalar her şeyi determine eder.

Allah’ın takdiri denilen de budur. Yoksa Allah’ın takdiri denilen şey; Allah’ın kullarının fiillerine cebri bir müdahalesi yahut onları baştan sona tayin etmesi değildir. Zira bu, kulun iradesini sıfırlamak ve hatta aklın özgürlüğünü yok etmek demektir.

Mehmet Akif tevekkül inancına ilişkin getirdiği keskin eleştirisini de “Mütevekkil” adlı şiirinde şu şekilde ifade etmektedir;

MÜTEVEKKİL

“Kadermiş” Öyle mi? Hâşâ, Bu Söz Değil Doğru;

Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu.

“Çalış” Dedikçe Şeriat, Çalışmadın, Durdun,

Onun Hesabına Bir Çok HURAFE UYDURDUN!

Sonunda Bir de “TEVEKKÜL” Sokuşturup Araya,

Zavallı DİNİ ÇEVİRDİN Onunla MASKARAYA!

Bırak Çalışmayı, Emret Oturduğun Yerden,

Yorulma, Öyle ya, Mevla Ecir-i Hâsır İken!

Yazıp Sabahleyin Evden Çıkarken İşlerini;

Birer Birer Oku Tekmil Edince Defterini;

Bütün O İŞLERİ RABBİM GÖRÜR, VAZİFESİDİR...

Yükün Hafifledi... Sen Şimdi Doğru Kahveye Gir!

Çoluk Çocuk Sürünürmüş Sonunda Aç Kalarak...

Hüda Vekil-İ Umurun Değil Mi? Keyfine Bak!

Onun Hazine-i İn’amı Kendi Veznendir!

Havale Et; Ne Kadara Masrafın Olursa... Verir!

Silahı Kullanan Allah, Hududu Bekleyen O;

Levazımın Bitivermiş, Değil mi? Ekleyen O!

Çekip Kumandası Altına Ordu Ordu Melek,

Senin Hesabına Küffarı Hak-Sar Edecek!

Başın Sıkıldı mı, Kâfi Senin O Nazlı Sesin:

“Yetiş” de, Kendisi Gelsin, Ya Hızr’ı Göndersin!

Evinde Hastalanan Varsa, Borcudur: Bakacak;

Şifa Hazinesi Derhal Oluk Oluk Akacak.

Demek ki Her Şeyin Allah... Yanaşman, Irgadın O:

Çoluk Çocuk Ona Ait: Lalan, Bacın, Dadın O;

Vekil-i Harcın O; Kahyan, Müdür-i Veznen O;

Alış Seninse de, Mesul Olan Verişten O;

Denizde Cenk Olacakmış... Gemin O, Kaptanın O;

Ya Ordu Lazım İmiş... Askerin, Kumandanın O;

Köyün Yasakçısı; Şehrin de Baş Muhassılı O;

Tabib-i Aile, Eczacı... Hepsi Hâsılı O.

Ya Sen Nesin?

MÜTEVEKKİL!

Yutulmaz Artık Bu!

Biraz da Saygı Gerektir...

Ne Saygısızlık Bu!

HÜDA’YI KENDİNE KUL YAPTI,

KENDİ OLDU HÜDA;

Utanmadan da “TEVEKKÜL” diyor bu Cür’ete, Ha?!..

Yukarıdaki şiirde aslında şerh edilmeye ihtiyaç duyulmaksızın gayet net bir biçimde anlaşılır olan Mehmet Akif’in kader ve tevekküle ilişkin eleştirisi bugün de geçerliliğini koruyor. Zira bir Emevi doktrini olan kader ve tevekkül inancı halen egemenliğini büyük ölçüde devam ettiriyor.

Kaderin bir Emevi doktrini olarak devreye sokulması, Muaviye ile Hazreti Hasan arasında yapılan anlaşmanın sonucu ortaya çıkan çatışmasızlık ortamında, Cemaat Yılı ilan edilen yılda gerçekleşmiştir. Hicretin 40. yılına denk gelen bu yılda bizzat Muaviye’nin mescidde elinde kılıcıyla yaptığı konuşmayla kader inancı Emevi devletinin resmi ideolojisi olarak ilan edildi. Buna göre; ümmetin Emevilerce yönetilmesi Allah’ın takdiri olarak nitelendi. Yani kader inancına bağlandı. Böyle olunca yönetimin yaptığı tüm uygulamalar da Allah’ın takdiri yani kader olarak görüldü. Bu uygulamalara itiraz etmek de Allah’ın takdirine / Allah’a itiraz olarak damgalandı. Nitekim Amr el -Maksus, Mabed el-Cuhenî ve Ca’d bin Dirhem gibi bir çok düşünce erbabı kişi “kaderi inkâr ettiği” gerekçesiyle ağır işkencelere maruz bırakılıp şehit edildi. Bu kişiler yönetim yanlısı sözde âlimler tarafından da “Rafızî” yani sapkın diye nitelenip itibarsızlaştırmaya çalışıldı.

Kader inancı yalnızca İslam tarihinin bir sorunu değildir. Söz gelimi Roma döneminde de Aziz Justin kaderi inkâr ettiği gerekçesiyle idam edilmişti. Emevî saltanatı, nasıl ki kendi kurduğu müesses nizamı, Allah’ın kaderi olarak insanlara kabul ettirmeye çalıştıysa, Roma’nın köleci düzeni de Stoacı kader anlayışı ile müdafaa edilmiştir. Gerek Roma’nın gerekse Emevilerin kader inancı ile kendi düzenleri arasında kurdukları bağa karşı çıkıp itirazlarını yükseltenler, dinsizlikle, din dışı olmakla itham edilip idam da dâhil olmak üzere en feci cezalara çarptırılarak tasfiye edilmişlerdir.

Bugün carî İslam’da “İmanın Şartları” adı altında sıralanan ilkeler arasında yer alan kadere iman ilkesi işte böylesi bir siyasi arka plana sahiptir. Oysa geleneksel Maturidî Sünni anlayışta kaderi bir iman ilkesi olarak görmeyen pek çok din bilgini vardır. Bunların en başında da Maturidiliğin en önemli temsilcilerinden olan Ebu Muin en – Nesefî yer almaktadır. Ebu Muin en – Nesefî, ünlü, Tabsiratu'l-Edille fî Usuli'd-Din adlı yapıtında iman ilkeleri olarak şu hususları sıralamaktadır;

Allah’a iman, Meleklere iman, Kitaplara iman, Peygamberlere iman ve Ahiret gününe iman. Görüleceği üzere Maturidiliğin İmam Muhammed Maturudî’den sonra en önemli temsilcisi ve deyim yerindeyse Maturidiliğin ekolleştiricisi olan en – Nesefî, kaderi iman ilkeleri arasında saymamaktadır.

Kader, kaza ve tevekkül inancı günümüzün egemen dini anlayışının ana sorunlarından birini oluşturmaktadır. Zira bu inançlar, insanlardaki mücadele azmini kırmakta, zulme karşı çıkış iradesini köreltmekte, başlarına gelen felaketleri kabullenme ve içselleştirmelerine neden olmaktadır. Oysa gerçek İslamî anlayış yani bizim devrimci Muhammedî İslam dediğimiz iman hareketi, zulme ve haksızlığa karşı isyanı temel bir pratik olarak, cihad kavramıyla ilkeleştirmiştir. Cihad, aslında kader, kaza ve tevekkül inancıyla meşrulaştırılmaya çalışılan haksızlığı yok edip adaleti ikame etmek için yapılması gereken en önemli ibadetlerdendir.

Devrimci Muhammedî İslam’ın yıkıp kırmayı imanî bir gereklilik olarak gördüğü kader ve tevekkül putunun, İslam öncesi Kâbe’deki totemlerden tek farkı yontulmuş bir nesne olmayışıdır. Göz önünde görülmeyen ama zihinleri işgal altına alan kader ve tevekkül putu Hazreti Muhammed’in bütün izlerini silip yok etmeyi amaçladığı şirkin din kisvesine bürünmüş bir halidir.

İslam öncesi dönemde köleler, efendilerine köle oluşlarını kaderleri kabul ediyorlardı. Onlardan yedikleri dayakları, gördükleri eziyeti de çıldırtıcı bir tevekkülle karşılıyorlardı. Zulme karşı çıkmayı ve köleliği reddetmeyi Allah’a ve dine isyan sanıyorlardı. İşte Hazreti Muhammed, tebliğ ettiği devrimci İslam’ıyla insanlara her şeyden önce isyan etmeyi öğretti. Bu isyanın simge sözü La ilahe İllallah idi. Zulme isyan din dilinde cihad adını aldı. Cihad, toprak ve ülke ele geçirmek için kan döküp can almak değil zulme karşı isyan edip adaleti savunmaktır. Şirk düzenini yıkıp tevhid düzenini kurmaktır. O halde devrimci Muhammedî İslam’ın şirke karşı mücadelesi bugün de sürmektedir. Bu mücadelenin en önemli ayaklarından biri de kader, kaza ve tevekkül konusunda Kur’an dışı bir şekilde inşa edilmiş olan görünmez şirk inancını yerle yeksan etmektir.

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }