İşi gereği zırt pırt İstanbul dışına kaçmak gibi zorunluluğu olmasaydı, yıllar öncesinden Hasan ile bir radyo programı yapacaktık. Yaşamın akışında yürüdüğü süreçte bile görüşmelerimiz zora girerken, şimdi de aramıza corona girdi ki; tam ayrılık gerekçesi…
Sana belki uç gelecek ama bir buluşmada birimiz ‘Yaprak’ deyince saatlerce yaprağı konuşmuş, bana gına geldiğinde konuyu değiştirmek istediğimde “Dur hele, önce yaprak bi yere düşsün” demişti…
Dün akşam aradı geç saatlerde, canı sıkılmış kavanoz dolusu mermi gösterenlere, veresiye defteri tutan bakkal gibi liste düzenleyenlere…
“Paşa” dedi;
“Bilirsin, en çok derin şiir yazanları kıskanırım. Hele de o şiiri bestelerlerse hiç sorma… Şiirle müzik nikah masasına oturursa bendeki hal ‘Eyvah eyvah…’ Hazır ayan-ı beyan olmuşken kendim kendimi dar’a çektim. ‘Neyim, nerdeyim’ bi göreyim dedim. Dar-ı Divan’da siyasetten dine, işten ilişkiye kadar yerime baktım. ‘Neden’ ve ‘’nasıllar’a yanıt aradım.”
Dedim ya, geç saatlerde aramıştı ve benden ses çıkmayınca;
“Paşa uyudun mu?” diye sordu. Baktı ki dinliyorum, devam etti:
“Bütün dinler anneye babaya hürmet ister. Saygıda kusur ettiğimi zannetmiyorum ama aklıma geldi işte; anne ya da baba çocuğa nasıl bakıyor? Beş lira kazandığında ‘Canım evladım’, üç lira getirdiğinde ‘Elin çocuğuna bak da ona göre çalış’ mı oluyordu? Bütün dinler ‘’Sevin’ der. ‘Sevin Yaradan’dan ötürü…’ Gerçekten seviyor muydum insanı, hayvanı, ağacı… Gördüğüm sevgi kadar mı sevmeliyim, gönlümdeki sevgiyi yaradılanlara paylaştırıp kendim ortada mı kalmalıyım?
Bütün dinler ‘Zina etmeyin’ der. Hiç mi aklımdan geçmedi demeden önce, günahı boynuna hiçbir papaz, haham, imam da mı Yaradan’a sığınıp şeytana uymayı göze almadı?..
Bütün dinler ‘Paylaşın’ der… Gerçekten maddi manevi paylaştım mı yoksa neyi niye paylaşayım, kazanırken yanımda mıydın düşüncesi mi ağır bastı? Ben severken kimse benim gibi sevmedi, paylaşılan sevginin ölçüsünü hangi terazide tartabilirim?
Bütün dinler…
Paşa bak, nereden ele alırsak alalım, topunun kökü inanç kaynaklı…
Bütün dinler ‘Kibirden uzak dur’ der…
Muhtara bakıyorsun, ‘Keşke belediye başkanı ben olsaydım’ diyor. Belediye başkanına bakıyorsun, bakan, bakana bakıyorsun başbakan, başbakana bakıyorsun devletin tek sözü geçen makamına göz dikiyor. Yetiyor mu, hayır! Sonunda dünyayı titretecek bir güce sahip olmak istiyor insan… Sonrasını sen düşün artık. ‘Bir insan öldüren insanlığı öldürür’ demeyen inanç var mı? Güçlü güçsüzü yolundan eder mi? Koca insanlardan oluşan halk dediğimiz topluluk bir karınca kafilesi kadar dirayetli olamıyor mu? Her biri sırtında ağırlığının onlarca katı erzak taşıyan karıncaların üstüne basıp birçoğunu ezdiğin halde diğerleri önceden çizdiği yoldan şaşıyor mu? Hayır… Düşünmek gibi bir cevhere sahip olan insan neden çok çabuk teslim oluyor güç karşısında? Bir odadan içeri dik giren insan istediğini ya da istediğine yakın olanı elde ettikten sonra neden iki büklüm dışarı çıkar, aklın eriyor mu?
İşte böyle paşa…
Şimdi söyle, kavanoz dolusu mermi gösterip sonra çark eden yaradılana bir mermi de ben gönderip 5 liradan mı olayım, alacağı canları listeleyenlere sevgi sunup sermayeden mi eksilteyim? Saatlerce kapandığım Dar-ı Divan’da bunları da düşündüm. Bu yaradılanları da Yaradan’dan ötürü sevmeli miyim sorusuna yanıt ararken, karşımdaki Hasan Çetin’le yüzleştim. Zaten aradığım da o Hasan’dı. Sanığı, tanığı, hakimi savcısı olduğum Dar’a bir daha girmek üzere karşımdaki Hasan Çetin önünde eğilerek çekildim kenara…”
Bana sorarsan Hasan, herkes kendini bir kez olsun Dar-ı Divan’a çekmeli. Ya da kendi anlayışında muhakeme ne ise, o ortama sokmalı. Aklını temizleyerek, beynini boşaltarak ama yüreği dolu bir şekilde…
Belki o zaman…