Barış misyonu ve Mustafa Kemal

Türkiye Devleti Balkan, Cihan ve Kurtuluş savaşları pahasına kurulmuştur. Fakat barışı misyon edinmiştir.

600 yıllık bir imparatorluğu sona erdiren bu savaşlardaki savunmacı fedakâr kadro; Türkiye’nin kuruluşunu gerçekleştiren kadrodur. Savaşın yıkım ve acılarını yaşamış kimselerdir. O nedenle Kuvayi Milliye direncinin kişiliğinde somutlandığı Gazi Mustafa Kemal paşa; herkesten daha çok barışı kutsamıştır.

Batan büyük bir imparatorluğun acısını yaşayan ve tanığı olan bağımsızlık sevdalısı bir kadronun lider olarak Atatürk; “zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” der. Barışın önemini de “yurtta sulh, cihanda sulh” misyonu ile tanımlar.

Tanımlamakla kalmaz. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin barış misyonunu dünyaya benimsetmek için, özgürlük savaşında olduğu gibi, gereğini ifa eder.

Örneğin Türkiye; dünyada da barışın gerçekleşip sürmesi için çeşitli girişimlerde bulunur. Bu amaçla anlaşmalar yapar. Bizzat Atatürk’ün girişimiyle “paktlar” kurar.

. 1930 yılında Türkiye-Yunanistan dostluk anlaşması olan “İçtenlikli anlaşma” imzalanır.

. 1934’te Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında “Balkan Antantı”nı gerçekleştirir.

. Kurtuluş Savaşı sürecinde Sovyetler ile kurulan dostluk ve anlaşmaları sürdürür.

. 1935 yılında Amerikalı gazeteci Gladys Baker’a verdiğ röportajda; “esas amaç, bütün milletlerin ve devletlerin paktıdır” der. Barışa ilişkin misyonunu vurgular.

. Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasına “Bağdat Paktı” gerçekleştirir.

. O günkü dünyada bağımsız olan 56 devletin 37’si ile diplomatik ilişkiler kurar. 40’ı ile de dostluk ilişkileri geliştirir. Bu süreçte o devletlerin başına gelen toplam 115 devlet başkanı ile dostluk kurar (Bilal Şimşir, “Cumhuriyet’in Barışçı dış Politikası Üzerine”).

. İstanbul’u, işgal güçlerinden diplomatik müzakereler ile almıştı. Keza 1936 yılında Montrö sözleşmesi ile boğazlar üzerinde Türkiye’nin mutlak egemenliğini sağlamıştı. Ve 1938 yılında barışçıl müzakerelerle Hatay’ın anayurda katılımını gerçekleştirmişti.

. 1929 yılında, bir yıl önce kurulmuş olan Kellog Paktı’na üye oldu.

. 1932 yılında Milletler Cemiyeti silahsızlanma Konferansına katıldı.

. Aynı yıl 28 devletin önermesiyle Milletler Cemiyeti üyeliğine kabul edildi.

. 1935 yılında Birleşmiş Milletler Lahey adalet Divanı’na katılır. 1928’de hazırlanmış olan “Genel Tahkim Senedi”ni, bazı koşullarla imzaladı.

. Aynı yıl, İtalya’nın Habeşistan’a (Günümüzdeki Etiyopya) saldırısını kınadı.

. 1936 yılında Arjantin’in barışı koruma amaçlı örgütlemesi olan “Savvedra Lama Paktı”na katıldı.

***

Türkiye’nin “Barış Misyonu”nu hayata geçiren Atatürk; dünya barışının kalıcı olması için de büyük çalışmalar yaptı. 1935 yılında Amerikalı gazeteciye verdiği röportajda olduğu gibi, önlemler sıraladı. Ki bu öneriler, 26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da imzalanan “Birleşmiş Milletler Anlaşması Barışı Koruma” maddelerinin temeli oldu.

Zaten Atatürk, sürekli barış için formül de ortaya koymuştur: “Eğer devamlı bir barış isteniyorsa; kitlelerin durumlarını iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzak şekilde eğitilmelidir” der (Kocatürk, s.370).

25 Ekim 1931’de toplanan Balkan Konferansı’nda da dünya barışının korunması konusunda açıklamalarda bulunur: “İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak; insanlıktan uzak ve son derece üzülünecek bir sistemdir. İnsanları mesut edecek tek araç; onları birbirlerine yakınlaştıracak, sevdirecek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının başarılı olmasıyla mümkün olacaktır” demiştir (ASDAtatürk’ün Söylev ve Düşnceleri. C-2, s.306).

Aslında bu doğrultudaki inancını; 13 Temmuz 1923 tarihinde “The Saturday Evening Post” gazetesi muhabiri İsac F. Marcosson’a ifade etmiş. Muhabirin “dünyanın bugünkü hastalığı için ilacınız nedir” sorusuna; “aptalca şüphe ve güvensizlik değil, akıllıca işbirliğidir” cümlesiyle yanıt vermiştir (ATABEAtatürk’ün Bütün eserleri, c-16, s-39).

Atatürk, 17 Mart 1937 tarihinde Romanya Dışişleri Bakanı Antonesco le görüştüğünde de anlayışını ifade etmiş: “En uzak zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir. Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz” demiştir (ATABE, c-2, s-166).

Bütün bu söylem, girişim ve ilişkiler dünyada büyük yankı bulmuştur. Bu yüzden Venizelos bile, 1934 yılında Atatürk’ü NOBEL’e aday gösterir.

UNESCO da 27 Kasım 1978 tarihinde Atatürk tanımlamasında bulunmuştur: “Sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan savaşların ilk önderi; uluslar arasında anlayışın, sürekli barışın öncüsü; insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayırımı göstermeyen bir işbirliği çağının doğacağına inanan birisi…” olarak ifadeyle “Atatürk Yılı” ilan etmiştir.

***

‘28 ŞUBAT’ İSTİSMARI SÜRECEK Mİ?
İran, “İslam Cumhuriyeti” olunca, rejim ihracı çalışmaları içine girer. Bunun tepkisi, Türkiye’de “28 Şubat” olayı olarak ortaya çıkar. Sincan Belediye Başkanlığınca düzenlenen “şeriat gecesi” etkinliği, laik bir cumhuriyet rejimi açısında tehdit olarak algılandı. Sonraki süreçte Sincan sokaklarında –tatbikat gerekçesiyle- tanklar yürüdü. Bu da dini düzen özlemliler tarafından hükümete “darbe” olarak yorumlanmaya başlandı.

Gerçek öyle miydi?

Kuşkusuz bu anlayış; bir mağduriyet yaratmak amacına yönelik değerlendirmeydi. Böylece hem TSK “vesayetçi” hem de dinci siyaset yapanlar “mağdur” gösterilecekti.

Otuz yıldan beri yapılan, bu istismardır!

Doğruları söylemek, bu memlekette gerçekleri ters yüz ederek siyasi çıkar sağlayanlar tarafından acımasızca “darbe yandaşlığı” şeklinde yansıtılıyor! Her şeye rağmen konunun objektif olarak irdelenmesi gerekir:

“28 Şubat” süreci, REFAYOL koalisyon sürecidir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, AP Genel Başkanlığından ayrıldığında, yerine Tansu Çiller gelmişti. Gerçekleşen genel seçim sonunda TBMM’de birinci parti durumuna gelen RP Genel Başkanı Prof. Necmettin Erbakan’ın Başbakan, Prof. Tansu Çiller’in Başbakan Yardımcısı olduğu koalisyon hükümeti kurulmuştu. Koalisyonun kurulması için iki genel başkan; belirli sürede dönüşümlü başbakan olmaları konusunda anlaşmışlardı.

Her şey, olağan şekilde gidiyordu.

Hükümetin ikinci yılında Başbakan Erbakan; bir ilki gerçekleştirdi: Tekke ve zaviyeleri kapatan, tarikatları yasaklayan yasayı önemsemeyerek, Başbakanlık Konuk Evi’nde tarikat şeyhleriyle önde gelenlerine iftar verdi. Gövde gösterisi şeklini alan bu yemek; “İran rejimine yeşil ışık, Cumhuriyet rejimine tavır” olarak yorumlarına neden oldu.

Ardından, Erbakan’ın Sincan Belediye Başkanı; “İran Gecesi” düzenledi. Adeta İran rejimi kutsandı.

Bu olaydan sonra tankların sokaklara çıkması; tatbikat gerekçesiyle de olsa; kimileri tarafından “İran Gecesi” ile “tarikatlara iftar” olaylarına tepki; kimileri tarafından da “hükümete darbe” şeklinde algılanıp yorumlanmaya başlandı.

Milli Güvenlik Kurlu (MGK) da bir süre sonra olağan toplantılarından birini yaptı. Doğal başkanı Cumhurbaşkanı olan bu kurula, Başbakan ve ilgili bakanlar ile Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları katılır. Türkiye sorunlarını irdeler. Bazı sonuçlara varır. Bunları tavsiye niteliğindeki karalar olarak, geleneksel şekilde hükümet bilgisine sunar.

Başta Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Erbakan olmak üzere kurulun tüm üyelerince imzalanıp rapor haline getirilen bu kararlar; usul gereğince Başbakan Erbakan hükümetinin bilgisine sunulmuştur.

Kurul üyesi olan Başbakan ile Bakanlar olağan bir kurul toplantısını gerçekleştirerek görevlerinin başına dönmüşlerdi.

Ancak kamuoyuna göre bir gerilim vardı.

Zaten çarpıtma, ya da istismar, bundan itibaren başlayacaktır.

***

Doğrusunu; DYP Genel Başkan Yardımcısı ve MGK’daki hükümet üyesi olan Hasan Ekinci’nin Sözcü Gazetesi yazarı Saygı Öztürk’e 28 Şubat 2022 günü verdiği röportajdan öğrenelim:

“MGK toplantısından yaklaşık bir buçuk ay sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim töreni yaptı. Akşamda bir resepsiyon düzenledi. Komutanlar, tokalaşmak için elini uzatan Başbakan Erbakan’a sırtını dönüp gidiyorlardı. Daha sonra Genel Kurmay Başkanı İsmail Karadayı Başbakanı uğurlayıp döndü. Bize; -biz geçmişimizle, darbeyle anılmak istemiyoruz; demokrasi içinde çözümi istiyoruz- dedi.

Sonraki günlerde Başbakan Erbakan, Çiller’i konuta davet etti. Ben ve Cevdet Akçalı ile ile gittik. Erbakan’ın yanında da Adalet Bakanı Şevket Kazan ile Çalışma Bakanı Fehmi adak vardı. Erbakan çok güzel çalışmalar yaptıklarını, yıllarca iktidarda kalacaklarını söylüyordu.

Şunları söyledim: Sayın hocam ya ben ya siz, bu ülkede yaşamıyoruz. Türkiye gergin. Çözüm için ya seçime gideceğiz. Ya da dönüşümlü Başbakanlık protokolünde değişiklik yapacağız. Tansu Hanım başbakan olursa belki gerginlik gider. Askerlerin ciddi rahatsızlığı var. Bugün 13 Haziran. 17 Haziran’da çekilip 2 yılı 1 yıla indirmezseniz; DYP olarak Çarşamba günü gurupta karar alır, hükümetten çekiliriz dedim.

Erbakan Hoca ayağa kalktı: -her şeyi açık seçik anlattım. İstifa etmenize gerek yok, İstifamı Cumhurbaşkanına sunacağım- dedi.

Dışarı çıktığımızda Şevket Kazan bana sarıldı. –Biz bir türlü ikna edemedik- dedi. Onlar da gerginliğin sona ermesi için böyle bir değişikliği yerinde buluyorlardı…” diyerek saygı Öztürk’e açıklamalarda bulundu.

Sözlerine devamla; askerlerin sözlerini nakletti: “-Çiller bize terörün önlenmesi için PKK ile mücadelede her türlü desteği verdi. Biz de terörü sıfıra indirdik. Ama Erbakan’la işbirliğine kızıyoruz. İran gibi olacağız diye korkumuz var- diyorlardı. Erbakan Atatürkçü idi. Rejimle, Cumhuriyet’le bir problemi yoktu. Ama tarikatlarla ilişkileri vardı. Her partinin tarikatlarla ilişkileri oluyordu. Cemaatler, iktidar olan partiden bir milletvekili isterdi. Devleri ele geçirmek gibi bir niyetleri yoktu o zaman. Ya da öyle görünüyorlardı” dedi.

Aynı Hasan Ekinci; “102 General” ile Kemal Gürüz’ün yargılandığı “28 Şubat” davasında tanık olarak dinlendiğinde ise; şunları söyledi: “Onları görünce içim sızladı. Terörü sıfırlayan kadroydu. 28 Şubat’ın darbeyle ilgisi yok; kumpastır” dedi.

Şevket Kazan da aynı dava tanıklığında; “Ekinci’nin söylediklerinin hepsi doğrudur” dedi. Ama üst mahkeme bundan rahatsız oldu. Kazan da bir dilekçeyle, yeniden dinlenmesini istedi. Mahkeme lüzum görmediğini bildirdi.

***

102 GENERAL BU KEZ MONTRÖ BİLDİRİSİ NEDENİYLE YARGILANIR
Montrö sözleşmesi, suyolları statüsü içinde oldukça önemli bir uluslararası hukuk belgesidir. Türkiye’nin boğazlar üzerindeki mutlak egemenliğini sağlar. İstanbul Boğazı’nın hemen yanı başında, üstelik daha dar, daha uzun ve daha sağlıksız yapa bir kanalın getireceği tehlikeye dikkat çektiği için 102 Amiral, teröristlere yapılan türden bir gece baskınıyla derdest edildiler. Geçmişlerine, liyakatlarına, yaşlarına saygı duyulmayan bir şekilde zindana tıkıldılar.

Kendi Genel Kurmay Başkanı’nı “terörist” diye içeri tıkayan bir yönetim açısından olağan idi. Fakat en öngörüsüz yalın yurttaş bile; bunların “rantiye” düzenine çomak soktukları için hedef alındıkları anlaşılmıştır. Estirilen partizan rüzgarıyla “81 ilde 910 dernek, 408 vakıf 550 sendika, 46 federasyon” suç duyurusunda bulundu.

Neyi nasıl öğrenmişlerse!..

Siyaset karşısında üçüncü kuvve olan yargı mensubu olduğunu unutan cevval savcılarımız; ortalama 35 yıl devlete hizmet etmiş olan ve ortala yaşları 80 olan bu askerlerin müktesep haklarını bile ellerinden aldılar. Orduevlerine girmeleri bile yasaklandı.

Meğer bunlar, 28 Şubatçı paşalar imiş. Şimdi de Montrö savunuculuğuyla hükümete darbe yapmışlar! Demokratik hükümete karşı darbe ha!

Bunlar “cüppeli amiral” kadar bile olamamışlardı. Sinsice Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini aşındırmayı bile becerememiş; alnı secde görmemiş emekli askerler idi.

Hem de “tam bağımsız” ve laik Cumhuriyet savunucularıydı.

O yüzden hükümet yanlısı dernek, vakıf, sendika ve federasyon yanı sıra; Sahil Güvenlik Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ile Yargıtay ve Danıştay üyeleri da aynı gün “telin” bildirileri yayınladılar. Adalet mekanizmasının tepesinden “ihsas-ı rey”de bulunmayı zorunlu görmüşlerdi.

Bir süre önce de duayen diplomatlar; Kanal İstanbul’un Montrö sözleşmesi için zaaf yaratacağı, deniz hukuku bakımından Türkiye’ye sorunlar yaratacağı anlamında açıklamalarda bulunmuşlardı. Amiraller kadar zulme uğramadılar. Ama “monşer” tanımlamasıyla aşağılandılar.

O monşerlerden olan Şükrü Elekdağ; 21 Aralık 2019 tarihinde Uğur Dündar’a verdiği röportajda yaptığı vurguları hatırlayalım:

. “Montrö, 20 Temmuz 1936 tarihinde Cenevre’nin Montrö kentinde toplanan Konferans sonunda imzalandı. Türkiye, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Japonya tarafından imzalandı. İtalya da 1938’de imzaladı.

. Sözleşme, Türkiye için yaşamsal önemdedir. Dünya barışının devamı için de paha biçilmez değerdedir.

. Montrö sözleşmesinde taraf olmayan ABD, müttefiği Romanya aracılığıyla 28. Madde gereğince fesih talebinde bulunabilir. Taraf ülkelerin böyle bir hakkı vardır. Böylesi durumda, talep tarihinden itibaren sözleşme, 2 yıl daha yürürlükte kalır. Bu süreçte taraflar, yeni bir konferansla bir araya gelir. 1982’de yürürlüğe girmiş olan “Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)” uyarınca karar alacaktır. Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki denetim ve kontrolü uluslararası bir kurula verilebilir. Ancak bu durum, Rusya’nın hoşuna gitmeyecektir.

. Boğazlardan geçen gemiler “Kanal İstanbul”a yönlendirilerek 8 milyar dolar gelir sağlanacağı iddiası mümkün değildir. Çünkü Montrö gereğince barış zamanında her devletin ticaret gemileri, bayrak ve yükü ne olursa olsun, serbestçe Boğazlardan geçmek hakkına sahiptir. Kanal İstanbul’a zorlanamazlar. Olursa; Montrö Sözleşmesi’ne aykırılık ve itiraz nedeni olacaktır.

. 2017 yılında Boğazlardan toplam 43nbin gemi geçmiştir. Her gemiden 180 bin dolar alınsa bile, ancak 8 milyar dolar eder. Oysa Türkiye, 1036 yılından beri 1.2altın-frank kuru üzerinden hareket ediyor. 1982 yılında bunu güncelleştirmek istedi. İMO bu isteği ret etti. 1994 yılında benzer istek tekrarlandı ise de tekrar ret edildi.

. Geçişler nedeniyle Türkiye “fener, tahlisiye ve sağlık resmi” olarak yılda 150 milyon dolar gelir sağlamaktadır. Boğazlar denetim ve kontrolünün Türkiye’den alınıp uluslararası bir komisyona verilmesi gündeme gelince, Türkiye isteklerinden geri adı atmıştı.

. Boğazlar trafiğinin “Kanal İstanbul”a yönlendirilmesi; Montrö’nün tartışılmaya açılması demek olacaktır.”

Elbet bu uyarılar; devlet adamlığı, liyakat sahibi yöneticiler ve şahsi çıkarlarını kamudevlet çıkarı üstünde görmeyenler için önemlidir.

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }