Ufacık bir kar tanesinde koca bir asalet gizlidir. Kar tanesi asaleti temsil edermiş. Bembeyaz düşlerin içinde saklı olduğu koskocaman bir asalet diyarı gizlidir. Bütün umutlarımız, hayallerimiz, düş kırıklıklarımız bu minnacık kar zerresinde tutukludur. İçimizden geçen film şeridi gibi öykünün belli bir sınırı yoktur çünkü insan düşüncelerinin belli bir sınırı yoktur. Düşüncelerimizin dansı o kadar deneyim doludur ki artık hangi asal kar tanesinde vücut bulacaklarını iyi bilirler. Rüzgar ile birleşen kar tanelerinin dansı eşsiz güzellikte ve tarif edilemez durumdadır. Gökyüzünden kalbimize inen kar tanelerinin tarifi nasıl edilir, bilinmez ki. Hiç bilinir mi? Kar tanesi ve asalet… Muhteşem ikili… Betimlenmesi pek mümkün olmayan hayaller sokağıdır, pek bilinmez. Koskoca bir asalettir düşler sokağının biçimsiz beyaz pamukları. Beyaz pamuk denilen kar tanesi.
Hayaller diyarıdır bizim tutkularımız, tüm benliğimiz. Hiç hayaller diyarı olmadan olur mu? Olmaz tabi ki. İnsan hayal etmeden yaşayabilir mi? Hayır yaşayamaz. Hayallerde saklıdır bütün güç ve kuvvet. Hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir rüya misali bu dünyayı, hayal ile gerçeklik arasındaki bir köprü olarak görürüz. Aslında Platon’un da dediği gibi bu dünya hayali bir diyarın yansıması değil midir? Öyledir. Bir hayal çiftliği kurulur gönüllere ve bu çiftlik alışılagelmiş çiftliklerden farklıdır. Her şeyden cesaret barındırır. Çünkü hayal kurmak da cesaret isteyen bir meziyettir. Herkes hayal kurmayı bilmez ve her hayal herkese yakışmaz. Hayali bir uzunca sokak düşünelim. Yol boyunca temkinli adımlarla ilerliyoruz. Yolun sonunda bizi dev bir çikolata bekliyor, adeta cezp ediyor. Ama o büyük tada ulaşmak ilerledikçe zorlaşıyor. Yol boyu ufak engeller çıkıyor. Ufak tefek taşlar ayağınıza değiyor, bazen orta büyüklükte taşlar ayağınıza geliyor, hafif sendeliyorsunuz, düşecek gibi oluyorsunuz. Ama yine de yürümekten bir an bile vazgeçmiyorsunuz çünkü çikolataya ulaşmayı oldukça çok istiyorsunuz. Sizin mutluluk hormonunuzu tavan yapacak, yüzünüzü güldürecek çikolata karşınızda duruyor. Siz de hiç durmadan çikolataya ulaşmak için yürüyorsunuz. Bazı engellerin sonunda ödül olarak gül ve papatya bölümleri var. Gül şatafatı, papatya zarafeti ve asilliği temsil edermiş. Hangisini sevebileceğiniz sizin tercihinize bağlıdır ama ikisini de sevebilirsiniz. Çünkü ikisi de farklı yere sahiptir. Eğer bütün engelleri aşmayı başarıp çikolataya ulaşırsanız, yüzünüzde koskocaman bir gülücük oluşur. İşte hayallerimiz de böyledir, biraz sabır gerekir. Hayallerimiz için hiç durmadan, engellere takılmadan yürümeye devam edersek, sonunda saygınlık ve mutluluk kazanırız. Betimlenen bu yol hayal yolu, sonundaki çikolata ise başarılar sonunda elde edilen mutluluğu temsil etmektedir. Yoldaki ufak- tefek taşlar ise günlük hayatta karşılaşılan küçük- büyük engelleri betimler.
Kar taneleri asaleti betimler, evet ama. Ruhun asil olması daha farklı bir olgudur. Ruhumuz asaleti sever, doğası gereği fakat bunu fark edebilen az kişi vardır. Ruhumuz bir yerlere dalıp dalıp gitmeleri, sisli ve buğulu bir gökyüzünde kaybolmayı, gece çıkan ayın ışığında dinlenmeyi sever. Yıldızların pırıltısında parlamak, büyülü bir devirde geleceğin gizemlerini aramak; ruhumuzun ilgi alanı olduğunda gerçek asalet ortaya çıkar. Ruhumuzun ölümsüzlüğü istemesi de gizemli bir paradokstur. Gizemli geçitte ufuk çizgisine doğru açılan bir düş diyarına gidilip görülen gül bahçesi öğretemez mi ruhunuza asaleti?
Kış mevsimi bu kadar naif olabilir mi? İçinde koca bir aşkı barındırır. Biraz fırtınalı, biraz da beyaz buğulu bir örtüdür, aşk. Bulutların üzerinde bir masa düşünelim. Üzerinde kar tanelerinden mumluklar olsun. Bulutlardan yapılmış bir çift sandalye öylece masanın karşılıklı iki tarafına sabitlensin. Güneşin ısıttığı üç güzel yiyecek sofraya gelsin: umut, mutluluk, sevgi. Mutlu bir şarkı çalınsın rengarenk duru bir tınıda. Melodinin notalarındaki huzursuzluk, kıpırtı yerini mutluluğa bırakır mı? Düşüncelerinizdeki karmaşıklık geçer mi? Naif ve duru bir gökyüzünde asil bir yemek masası mıdır, düşler diyarının altın hediyesi?
Denizin suyu ile bütünleşen kar suları ise öylesine büyülüdür ki; kendi suyunun bütün gizemini denizlere karıştırır. Bundandır denizin bu kadar sevilmesi, bir çift buğulu göze tutsak edilmesi. Bir çift buğulu gözde kaybolan hırçın deniz dalgaları kumsala vurdukça yürekte oluşan ürperti heyecan diyarının doruklarını zorlamakta. Denizin uzaklarına dalıp dalıp gitmeler belki de bundandır. Uzaklarda, çok uzaklarda hayallerin bir başlangıcı olduğuna olan inanç her şeye değer. Deniz ile bütünleşen hayaller ve umutlar, ucu bucağı olmayan- sınırsız bir aleme yolculuk yaparlar ve orada sonsuzluğu yakalarlar. Sonsuzluk nedir? Sonsuzluk var mıdır? Sonsuzluk bir belirsizlik değil midir? Sonsuzluk bir belirsizliktir aynı zamanda. İnsan aklı sonsuzluğu anlayabilecek niteliğe ulaştığında çok farklı boyutlar oluşacaktır. Sonsuzluk öyle bir paradokstur ki, sonsuzluk içinde bile sonsuzluk vardır, matruşka gibi düşünülebilir. Öylesine betimlenemez, tarif edilemez bir dünyada yaşıyoruz ki; kimi zaman kim olduğumuzu, benliğimizi, sınırlarımızı sorgulayabiliyoruz. Ben kimim? Amaçlarım neler? Bu tip sorular kafamızda uçuşan anlamlı- anlamsız soru dizilerini daha da bambaşka bir boyuta ulaştırıyor. Bu boyut rüyalarımızda bambaşka bir yolculuğa yelken açıyor.